Ana içeriğe atla

Fizyoloji final

 

FİZYOLOJİ

 

 

Fizyoloji Nedir?

Eski teorilerden, moleküler laboratuvar tekniklerine kadar fizyolojik araştırmalar, vücudumuzun bileşenleri, nasıl iletişim kurdukları ve bizi nasıl canlı tuttukları konusundaki anlayışımızı şekillendiren bir bilim dalıdır.

          Yaşamın veya canlı maddenin (organlar, dokular veya hücreler gibi) fonksiyonlarını ve faaliyetlerini ve ilgili fiziksel ve kimyasal olayların fonksiyonlarını ele alan bir biyoloji dalı (alt dal).

Tarihçe

•Eski Hindistan ve Mısır'a kadar uzanıyor.

•M.Ö. 420. -Hipokrat'ın zamanı,

•M.S. 130-200 -Claudius Galenuszamanı (ExpPhy.)

•1497-1558 -Jean Fernel, PHYSIOLOGY

Physis+ Logos

 

Fizyolojinin Dalları

  Bitki f,

  Hayvan,

  İnsan,

  Komparatif: karşılaştırılmalı fizyoloji

  Sistem fiz.,

  Hücre f,

  Moleküler f,

  Çevre f,;

·         Yükseklik

·         Su altı

·         Uzay

  Spor, Klinik fizyolojisidir.

 

Fizyoloji, canlılığı oluşturan ve etkileyen her şeyi kapsar.

 

 

 

 

 

Canlı Yapının Özellikleri

·      Organizasyon,

·      Uyarılabilme ve İletebilme,

·      Hareket,

·      Metabolizma (Solunum, Sindirim-Emilim, Dolaşım, Boşaltım),

·      Büyüme ve Farklılaşma,

·      Üreme

Yaşamak için gerekli ortam koşulları

þ  Su,

þ  besin ,

þ  oksijen,

þ  uygun çevre ısısı,

þ  uygun çevre basıncı ,

þ  zararlı radyasyondan korunma. 

 

Toplamda kaç hücreden oluşuyoruz?

Superorganism-2010

 

 

 

ClaudeBernard (1857)

İç ortam : milieu interieur Çok hücreli canlılarda hücrelerin tüm gereksinimlerinin karşılandığı, içinde bulundukları ortama meşhur Fransız Fizyoloğu ClaudeBernard,İç Ortam (milieuinterieur)adını vermiştir. İç ortam; hücrelerin dışında, onları çevreleyen ve hücrelerarası boşluğu dolduran sıvı bir ortamdır.

          WalterB. Cannon(1932)

 

Homeostasis : homois : aynı ;statis; durum.

 Sistemler arasında çok düzenli işbirliğinin bozulmadan devam edebilmesi, içinde bulundukları ortam (iç ortam) koşullarının devamlı belirli sınırlar arasında dengede tutulmasını gerektirir. Canlının normal fonksiyonlarının devam edebilmesi, daha doğrusu sağlıklı yaşam için gerekli olan bu denge durumuna Amerikalı Fizyolog Cannon, Homeostasis adını vermiştir.

 

Vücudumuzdaki tüm sistemler homeostasisi kormaya çalışıyor.

 Homeostatik düzenleme ;

Kontrol mekanizmaları  ; otoregülasyon veya intrinsik regülasyon mekanizmaları.

Refleks veya ekstrensek regülasyon mekanizmaları ;

Refleks ;

Refleks devresi elemanları

Reseptif(duysal) mekanizma: Duyu organı, Duysal sinir

İntegratif veya kontrol merkezi

Effektör Mekanizma: Motor sinir, icra organı

 

Homeostatik Kontrolde effektör Mekanizma:

Sinirsel mekanizma : Somatik sinir sistemi, Otonom sinir sistemi. Hızlı, lokal, kısa süreli etki.

Endokrin(Hormonal)Mekanizması: Yavaş, yaygın, uzun süreli etki.

Negatif feedback mekanizması

Homeostazı kontrol eden çoğu mekanizma negatif feedback geri bildirim mekanizmasıdır.

Bu sistemlerde net etki başlangıçtaki uyarıyı azaltmak veya etkilerini azaltmak, etkinliği yavaşlatmak veya tümüyle durdurmaktır.

Ev iklimlendirme sistemleri örneği.

Kan basıncı ya da kan glikoz düzeyi örneği.

 

Pozitif Feedback Mekanizması

          Pozitif geribildirimde yanıtın sonucu başlangıçtaki uyaranı şiddetlendirir; böylece etkinlik artmış olur.

          Negatif geribildirime zıt olarak, pozitif mekanizmalar sıklıkla sürekli düzenleme gerektirmeyen geçici durumları kontrol ederler.

          Tipik olarak, kendi-kendisini uyaran ve patlayıcı tarzda bir dizi olaya (çığ, çağlayan gibi) neden olurlar.

          Kanın pıhtılaşması (koagulasyon) örneği.

          Oksitosin örneği.

 

 

Doğum

Oksitosinhormonubebeğindoğumusırasındadoğumkasılmalarınıgüçlendirir:bebekanneninuterusundaaşağıya doğum kanalına doğru ilerlerken serviksteki artmış basınç buradaki basınç reseptörlerini uyarır.

Reseptörler hızla beyne uyarı gönderir ve arka hipofizden oksitosin kana serbestlenir. Uterusa ulaşan oksitosin uterus duvarındaki kasları uyararak daha fazla kasılmasını ve bebeğin doğum kanalına daha çok itilmesini sağlar. Bu olayların döngüsel olarak tekrar etmesi kasılmaların giderek daha sık ve daha güçlü olmasına yol açar. Sonunda bebek doğar.

 

Homeostatik değerler

Kanın fiziksel ve kimyasal özellikleri

Ortalama değer

Homeostatik aralığı

Vücut sıcaklığı

Ortalama Değer d

35,5 –37,5 oC

Arteryelkan basıncı (tansiyon)

< 120/80 mmHg

> 140/90 mmHg

Katyonlar (arteryelkan)

152,9 mEq/litre

149-157 mEq/litre

Total protein

73 g/litre

68-82 g/litre

Açlık glikoz

0,995 g/litre

0,819 -1,17 g/litre

 

HÜCRE

Atomların molekülleri, moleküllerin makromolekülleri, makromoleküllerin makromoleküler kompleksleri oluşturması sonucunda, dokuların en küçük yapı taşları olan ve yaşamın tüm karakteristiklerini sergileyen hücreler oluşmaktadır. Genel olarak tüm hücreler temelde aynı yapıya sahiptirler. Fakat bulundukları dokulara ve dolayısıyla fonksiyonlarına bağlı olarak bazı özelleşmeler gösterirler (kas hücresi, sinir hücresi, salgı bezi hücreleri gibi). Tüm hücreleri hücre zarı adı verilen bir yapı çevrelemektedir. Hücrelerin içinde ise sitoplaz-ma adı verilen bir sıvı ve bu sıvı içinde dağılmış halde organeller adı verilen yapılar bulun-maktadır.

 

 

2. HÜCRE ZARI YAPISI VE FONKSİYONLARI

 Hücre zarı çift katlı fosfolipid molekülleri (fosfat içeren yağ molekülleri) arasında düzensiz bir şekilde dağılmış protein moleküllerinden oluşmakta ve kalınlığı 75-100 angstrom (7,5- 10 nm) arasında değişmektedir. Fosfolipid moleküllerinin suyu seven (hidrofilik) kısımları zarın dışa bakan ve sitoplazmik yönünde yerleşmiş iken suyu sevmeyen (hidrofobik) kuyruk kısımları ise orta bölgeye yöneliktir. Protein molekülleri ise; çift katlı fosfolipid yapının ya dışında, ya bu yapıyı bir baştan bir başa kateder durumda, ya da bu yapının içine gömülü şekilde yerleşmiştir.

Hücre zarının en önemli görevi hücreyi dış ortamdan ayırmak ve hücreye madde giriş ve çıkışını kontrol etmektir. Böylece maddelerin, özellikle hücre içine kolayca girişine izin verilmemektedir. Hücre zarının bu özelliği "seçici geçirgenlik" olarak tanımlanmaktadır. Hücrelere madde giriş çıkışının kontrolü hücre zarının en önemli görevi olması nedeniyle, zardan madde taşınması yollarından burada kısaca söz edilecektir.

 3. HÜCRE ZARINDA MADDE TAŞINMA YOLLARI

Hücre zarından madde taşınma yolları temelde ikiye ayrılır. Moleküllerin kinetik enerjilerine bağlı taşınma sistemi (Pasif taşınma) ve hücresel enerjiye bağlı taşınma sistemi.

3.1. Pasif Taşınma Sistemi Bu yolla madde taşınması sırasında hücre enerji harcamaz. Moleküller veya atomlar konsantrasyonlarının yüksek olduğu taraftan düşük olduğu tarafa doğru sahip oldukları kinetik enerji ile difüzyona (yayılma) uğrarlar. Maddeleri zarın bir tarafından diğer tarafına yönlen-diren en büyük etken konsantrasyon farkıdır. Örneğin; bir X maddesinin konsantrasyonu hücre dışında yüksek hücre içinde sıfır ise ve madde zarı kolayca geçebilme özelliklerine sahipse X maddesi hücre içine difüzyona uğrar. Difüzyon her iki taraftaki konsantrasyon eşitleninceye kadar devam eder. Bu şekildeki pasif taşınma sistemine, basit difüzyon da denilmektedir. Pasif taşınmanın diğer önemli iki tipi, kolaylaştırılmış difüzyon ve ozmozdur.

 3.1.1. Kolaylaştırılmış difüzyon Bu sistemde de maddeler zardan konsantrasyon farkı doğrultusunda taşınırlar. Ancak basit difüzyondan farkı maddelerin zarı geçebilmelerinde bir taşıyıcı molekülün aracılık etmesi-dir. Bazı moleküller gerek kimyasal özellikleri gerekse büyüklükleri nedeni ile zarı kolayca ge-çemezler. Bu nedenle zarın yapısında bulunan protein molekülleri taşıyıcılık görevini üstle-nerek, bu özellikteki maddeleri konsantrasyonlarının yüksek olduğu taraftan düşük olduğu tarafa doğru taşımaktadır. Hücrelerin önemli enerji kaynağı olan glukoz molekülleri hücre içine bu yolla taşınmaktadır.

 3.1.2. Ozmoz Pasif taşımadaki kurallar doğrultusunda hücre zarından su moleküllerinin geçişine ozmoz adı verilmektedir. Ancak ozmoz olayına suda çözünmüş olan maddelerin çok önemli etkisi vardır. Suda çözünmüş olan madde konsantrasyonunun artması, su konsantrasyonunun azalmasına neden olmaktadır. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak: Biri %1'lik, diğeri %10'luk iki tuz çözeltisi ele alalım. %1'lik tuz çözeltisi 1 gr NaCl 99 gr su, % 10'luk ise10 gr NaCl 90 gr su şeklinde hazırlanmaktadır. %1'lik tuz çözeltisinde su konsantrasyonu %10'luğa göre daha yüksektir. Bu iki çözelti Şekil 1.3'de gösterildiği gibi Na ve Cl iyonlarına karşı geçirgen olmayan fakat su moleküllerine geçirgen özellikte "seçici geçirgen" bir zar ile ayrılacak olursa, su molekülleri %1'lik taraftan %10'luk bölgeye doğru difüzyon gösterir. Bu-radan anlaşılacağı üzere su moleküllerinin net difüzyonu çözülmüş partikül sayısının fazla olduğu bölge yönündedir. Çözünmüş madde miktarının, su moleküllerinin difüzyon yönünü belirlemesi nedeni ile, çözeltilerin ozmotik aktivitelerini tanımlıyabilmek için özel terimler kullanılmaktadır. Bunlar izotonik, hipertonik ve hipotonik terimleridir. İzotonik iki çözeltide çözünmüş parçacık sayısı ve su konsantrasyonu birbirlerine eşittir. Hipertonik çözelti, bir diğer çözeltiye göre daha fazla çözünmüş parçacık sayısına, daha düşük su konsantrasyonuna sahiptir. Hipo-tonik çözelti ise bir diğer çözeltiye göre daha az çözünmüş parçacık, daha yüksek su kon-santrasyonuna sahiptir. Su molekülleri hipotonik çözeltilerden hipertonik çözeltilere doğru hareket ederler. %1'lik ve %10'luk tuz çözeltileri bu tanımlamalara göre kıyaslanacak olurssa; %10'luk tuz çözeltisi %1'lik çözeltiye göre hipertonik, %1'lik ise hipotoniktir. Organizmada da hücrelerin dışını çevreleyen sıvı ortamı ile hücre içi sıvı ortamı ozmotik aktivite yönünden izotoniktir. Hücrelerin dışını çevreleyen sıvının hücre içi sıvıya göre hipertonik veya hipotonik olması hücrelerin su kaybederek büzülmesine veya su alarak şişmesine neden olur.

 3.2. Hücresel Enerjiye Bağlı Taşınma Yolları Maddenin hücre zarından taşınması sırasında, hücre zarının aktif olarak rol oynadığı ve enerji harcamasının yapıldığı taşınma yollarıdır. İki temel gruba ayrılır. Birincisi aktif taşınma diğeri ise endositoz ve ekzositoz dur.

3.2.1. Aktif taşınma Bu yolla hücre zarından madde taşınmasında pasif taşınmanın tersine, maddeler konsant-rasyonun düşük olduğu bölgeden yüksek olduğu tarafa doğru adeta yokuş yukarı taşınmak-tadır. Bu nedenle maddelerin taşınmasında bir taşıyıcı molekül aracılık eder ve enerji des-teği vardır. Enerji, ATP (adenozin trifosfat) molekülünden sağlanır. Bu yolla taşınan madde-lere en çarpıcı örnek Na+ ve K+ iyonudur. Sodyum aktif taşınma ile sürekli hücre dışına, potasyum ise hücre içine taşınmaktadır.

3.2.2. Endositoz ve Ekzositoz Bir seferde çok miktarda maddenin hücre içine (endositoz) veya dışına (ekzositoz) kitle ha-linde taşınmasıdır. Hücre zarında oluşan bir seri değişiklikle taşınacak maddeler zara bağlı veziküller (kesecikler) içine alınarak hücre içine veya dışına verilmektedir (Şekil 1.5). Endo-sitoz ile sıvıların hücre içine alınmasına pinositoz (içme), katı maddelerin (bakteri gibi) hücre içine alınmasına ise fagositoz (yeme) adı verilmektedir.

4. HÜCRE ZARLARININ DİNLENİM POTANSİYELİ Hücre zarlarının seçici geçirgenlik özelliğine bağlı olarak hücre içi ve dışı sıvılarının içerdik-leri madde konsantrasyonu farklılık göstermektedir. Bu fark Na +, Cl- ve K+ iyonları için çok önemlidir. Hücre dışındaki sıvıda Na+ ve Cl - iyon konsantrasyonu yüksek iken, K+ iyo-nu konsantrasyonu hücre içinde yüksek tutulmaktadır. Bu şekilde bir iyon dağılımı, hücre zarının içi ile dışı arasında bir potansiyel farkı oluşturur. Hemen hemen tüm hücrelerde hücre içi, dışına oranla daha negatif bir potansiyele sahiptir. Hücrelerin herhan-gi bir aktivite göstermedikleri dönemde (Örneğin; Bir kas hücresi kasılma işlevi yapmıyor; bir sinir hücresi uyarı iletmiyor, salgılama hücresi salgı yapmıyor ise) okunan bu potansiyel farkına "dinlenim potansiyeli" adı verilir ve (-) ile gösterilmektedir. Dinlenim potansiyeli do-kudan dokuya değişim gösterir ve aralığı -9 ile -100 mV arasında değişmektedir. mmol / l İç Dış Na+ 15.0 150.0 K+ 150.0 5.5 Cl - 9.0 125. Buraya kadar anlatılanlar ile hücre zarı ve fonksiyonları ile ilgili konular açıklanmaya çalışılmıştır. Bundan sonra hücreyi oluşturan diğer yapılar ve organellerin fonksiyonları üzerine kısaca bilgi verilecektir

 

 

 

5. ORGANELLER

5.1. Mitokondri Şekli sosise benzeyen, çift katlı zar ile çevrili yapılardır. Besinlerle alınan, şekerler ve yağlar gibi maddelerin son ürün olarak CO2 ve H2O'ya kadar yıkılarak ATP (adenozin trifosfat) sentezinin yapıldığı organellerdir. Bu nedenle mitokondriler hücrelerin güç kaynağını oluşturmaktadırlar.

 5.2. Lizozom Yuvarlak, zarla çevrili, içlerinde hidrolitik (eritici) enzimleri içerirler. Hücrenin sindirim görevini üstlenmiş olan yapılardır. Hücre için fazla ve zararlı yapıları ortadan kaldırırlar.

5.3. Golgi Kompleksi Zar yapısında çok sayıda tübül ve veziküllerden (kesecik) oluşmaktadır. Hücre içinde sen-tezi yapılan çok çeşitli moleküllerin (hormonlar, enzimler gibi) son şekillerinin verilip paket-lendiği ve hücre dışına gönderildiği yapıdır. Özellikle aktif salgılama yapan hücrelerde sayı-ları daha fazladır.

5.4. Endoplazmik Retikulum Zar yapısında kanallar sistemidir. Bu kanallar sisteminin bir kısmında ribozom adı verilen granüllü yapılar bulunur ve granüllü endoplazmik retikulum adını alır. Ribozom taşımayan bölümü düz endoplazmik retikulum olarak adlandırılmaktadır. Granüllü endoplazmik retiku-lumda protein sentezi, düz endoplazmik retikulum da ise çeşitli steroid hormonlar ve yağ sentezi yapılmaktadır.

 5.5. Nükleus (Çekirdek) Bölünme yeteneğindeki hücrelerde bulunur ve iki katlı zar ile çevrilidir. İçinde nükleolus (çe-kirdekçik) ve hücrenin genetik materyali bulunmaktadır. Nükleus içinde bulunan kromo-zomlar DNA (deoksiribonükleik asit) moleküllerinden oluşmuştur ve genetik bilgiyi taşımak-tadır. Sitoplazmada organellere ilaveten protein yapısında mikroflament (ince lifler) ve mikrotübül (tüpçükler) adı verilen uzun ve sert yapılar bulunmaktadır. Mikrotübül ve mikroflamentlerin hücrenin iskeletini oluşturduğu, hücrelerin şeklinin korunmasında, hücre bölünmesinde ve hücre hareketlerinde önemli rol oynadıkları kabul edilmektedir.

Uyarılabilen dokular herhangi bir uyarıya karşı hücre zarlarının elektriksel özelliğini değiştirerek aksiyon potansiyeli oluşturup, iletebilme özelliği göstermektedir. Sinir ve kas dokusu uyarılabilen dokulardır. Hücre zarlarında dinlenim ve aksiyon potansiyeli olmak üzere iki tip potansiyelden söz edilmektedir. Dinlenim potansiyeli, hücreler herhangi bir iş yapmadıkları zaman, iyonların, hücre içi ve dışında farklı dağılımda yerleşimleri ile oluşan bir potansiyel iken, aksiyon potansiyeli, hücrelerin aktif oldukları sırada bazı iyonların hücre içine ve dışına hareketleri sonucunda zarda oluşan bir dizi potansiyel değişiklikleridir. Uyarılabilen dokular, aksiyon potansiyelini oluşturup, bu potansiyel değişikliği ile ortaya çıkan elektriksel aktiviteyi zarları boyunca iletirler. Sinir hücrelerinde oluşan bu elektriksel aktivitenin yalnızca iletim işi yapılırken, kas hücrelerindeki elektriksel aktivite mekanik bir olay olan kasılmayı başlatır.

 2. AKSİYON POTANSİYELİ

Hücre zarının içerisinin dışa oranla daha negatif olduğu dinlenim durumundaki bir hücre, herhangi bir uyaran ile uyarıldığı zaman; zarın dinlenim potansiyeli milisaniyeler içerisinde değişerek pozitif bir değere ulaşmaktadır. Zar potansiyelinde, içerisinin dışa oranla daha pozitif değer kazandığı bu duruma depolarizasyon adı verilmektedir. Ancak zar potansiyeli bu durumda kalmaz, çok kısa bir süre içerisinde tekrar eski dinlenim potansiyeline geri döner. Zar potansiyelinin depolarizasyondan tekrar dinlenim potansiyeline geri dönüşü re-polarizasyon olarak tanımlanmaktadır. Aksiyon potansiyeli, depolarizasyon ve repolarizas-yondan oluşmaktadır. Aksiyon potansiyelinin depolarizasyon ve repolarizasyon dönemleri-nin oluşmasından sorumlu iyonlar; sodyum ve potasyumdur. Dinlenim potansiyeli, sodyum iyonunun aktif taşınma ile sürekli hücre dışına, potasyum iyonunun ise hücre içine taşınması sonucunda oluşmaktadır. Aksiyon potansiyelinin oluşumu sırasında zarın sodyuma ve potasyuma olan geçirgenliği aniden değişmekte-dir. Depolarizasyon döneminde zarın Na+ iyonlarına karşı geçirgenliği artmakta ve Na+ iyonları hızla hücre içine girerek zar potansiyelini pozitif bir değere ulaştırmaktadır. Repolarizasyon döneminde ise zarın K+ iyonlarına olan geçirgenliği artarak K+ iyonlarının hücre dışına çıkışı ile zar potansiyeli tekrar dinlenim potansiyeli değerine ulaştırılmaktadır. Repolarizasyon dönemi ile zarın yalnızca elektriksel potansiyel değeri dinlenim durumuna erişmiştir, iyon dağılımı ise henüz terstir. Daha sonra aktif taşınma sistemi ile Na+ iyonlarının hücre dışına, K+ iyonlarının hücre içine taşınması ile gerek zar potansiyeli yönünden gerekse iyonik dağılım yönünde dinlenim durumuna geri dönüş oluşmaktadır.

3. KAS FİZYOLOJİSİ Uyarılan özellikteki kas hücreleri, zar yüzeyleri boyunca aksiyon potansiyeli iletebilme ve bu elektriksel değişikliği takiben mekanik olarak kasılma veya boylarını kısaltma yanıtı oluştururlar. Kasların kasılması ile; iskelet sisteminin hareketi, kanın kalpten damarlara pompalanması, kan damarlarının çaplarının değişmesi ve dolayısıyla damar sistemi içinde kan akımı hız ve basıncının düzenlenmesi, sindirim sistemi içindeki sindirim materyallerinin hareketi gibi olaylar gerçekleşmektedir. İnsan organizmasındaki kas hücreleri; iskelet kası, kalp kası ve düz kas olmak üzere üç temel tipe ayrılmaktadır.

 3.1. İskelet Kası Toplam vücut ağırlığının yaklaşık yarısını iskelet kasları oluşturmaktadır. İskelet kaslarının kasılması, adından da anlaşılacağı gibi iskeleti oluşturan kemiklerin eklem bölgelerinden hareketini sağlamaktadır. Bir iskelet kası kitlesi, kas hücresi veya lifi adı verilen hücre grubu ve bağ dokusundan oluşmaktadır. Kaslar genellikle iskelet sisteminin iki eklemi arasında, kemiklerin iki ucuna veya başka bir kasa bağ dokusundan oluşan ve tendon adı verilen yapılar aracılılığı ile tutunmaktadır . İskelet kası hücreleri uzun, silindirik şekilde ve çok sayıda nukleus içermektedir. Hücrelerin içinde, zar yapısındaki tübül sistemi olan sarkoplazmik retikulum (kas hücresindeki özel-leşmiş düz endoplazmik retikulum) ile çevrelenmiş, myofibril adı verilen çok sayıda silindirik yapı bulunmaktadır.

Myofibriller, iskelet kasının kasılma mekanizmasında görev alan fonksiyonel birimlerdir. Uzunlamasına incelendiklerinde, sarkomer adı verilen çok sayıda bölmelere ayrıldıkları görülür. Sarkomer kas hücresinde kasılma işini yapan en küçük birimdir. Yapısını, ince ve kalın flament olarak tanımlanan, protein yapısında myoflamentler oluşturur. Myoflamentlerin yerleşim düzeni, iskelet kas hücrelerine mikroskop altında çizgili görünüm kazandırmaktadır. Sarkomeri oluşturan kalın flament miyozin molekülünden, ince flament ise aktin, tropomiyozin ve troponin olmak üze-re üç proteinden oluşmaktadır.. İnce flamentler sarkomerin iki ucunda, kalın flamentler ise orta bölgede yerleşmiştir. Sarkomerin her iki ucunda yerleşmiş olan ince flamentlerin başlangıç bölgeleri Z çizgisi olarak tanımlanmaktadır. İki Z çizgisi arası, sarkomer boyunu belirler. Kas hücreleri kasılırken tüm sarkomerlerin Z çizgileri birbirine yaklaşarak sarkomer boyları kısalır. Kısalmanın nedeni ince ve kalın flamentlerin birbirleri üzerinden kaymasıdır. Kayma sırasında merkezdeki kalın flamentler sabit dururken, ince flamentler kalın flamentlere doğru hareket etmektedir. İnce flamentlerin kalın flamentlere doğru çekilmesiyle Z çizgileri birbirine yaklaşır ve sarkomer boyu kısalır. İnce ve kalın flamentlerin bu şekilde aktive olup kayma işlevini yapabilmeleri için önce kas hücrelerinin uyarılarak zarlarında aksiyon potansiyelinin oluşması gerekmektedir. Uyarıl-mayı takiben kasılmanın oluşması, uyarılma ve kasılma gibi iki farklı mekanizmanın birbiriyle eşleşmesine bağlıdır. Uyarılma ile kasılma arasındaki eşleşme Ca2+ iyonları tarafı-ndan yapılmaktadır. Ca2+ iyonları sarkoplazmik retikulumun tübül sisteminde depo edilmiş halde bulunur. Hücre zarında oluşan aksiyon potansiyeli, sarkoplazmik retikuluma ulaştığı zaman, kalsiyum iyonları buradan serbestleşerek ince flamentlerin yapısında bulu-nan troponin molekülüne bağlanır. Bağlanmayı takiben ince flamentler kalın flamentler üzerinden kayar ve kasılma gerçekleşir. Bu arada ATP molekülünden yüksek enerjili bir fosfat bağı koparılarak ATP molekülü ADP (adenozin difosfat)'ye dönüştürülmektedir. Kasların gevşemesi sırasında kalsiyum iyonları aktif taşınma ile sarkoplazmik retikuluma geri alınır. Bu nedenle gevşeme sırasında da ATP tüketimi ve enerji sarfı vardır.

İskelet kaslarında uyarılar, nöronlar (sinir hücreleri) tarafından oluşturulur. Diğer bir deyişle, iskelet kasları sinirsel impuls (uyarı) olmadıkça kasılamazlar. Kaslarda aksiyon potansiyeli oluşturup kasılmayı başlatan nöronlara "motor nöronlar " adı verilmektedir. İskelet kas-larının motor nöronlarındaki zedelenmeler bu kaslarda atrofi ve felce neden olur. Motor nöronlar bir iskelet kas lifi üzerinde sinir kas kavşağı adı verilen özelleşmiş bir bölgede sonlanırlar. Sinir hücrelerinin akson adı verilen uzantıları, kas hücresi zarının kalıp-laşıp, girintili-çıkıntılı bir yapı gösterdiği ve motor son plak adı verilen bölgesinde, bu bölge ile arasında 20-50 nm bir açıklık kalacak şekilde sonlanır. Akson sonlanmaları yumru görünümünde olup içlerinde çok sayıda kesecikler bulundururlar. Kesecikler sinir hücresin-deki uyarının kas hücrelerine aktarılmasında aracılık eden asetilkolin maddesini içerirler. Sinir hücresinden kas liflerine uyarı geçişi kısaca şu şekilde açıklanabilir: Motor nöronun ak-son ucuna ulaşan aksiyon potansiyeli, keseciklerdeki asetilkolinin ekzositoz ile serbest-leşmesini sağlar. Daha sonra asetilkolin, kas lifi zarında bulunan kendine özel reseptörlere (reseptörün kelime anlamı alıcı demektir. Hücre zarında reseptör görevini, zarda bulunan protein molekülleri yapmaktadır.) bağlanarak zarı Na+ iyonlarına karşı geçirgen kılar ve aksiyon potansiyelini başlatır.

3.2. Kalp Kası (Myokard) İskelet kasları gibi çizgili görünümde olan kalp kası, fonksiyonu ile özdeş bazı farklı önemli özelliklere sahiptir. Bunlardan birincisi; hücrelerin dallanmalar göstermesi ve belli bölgelerde özelleşmiş yapılar aracılığı ile birbirlerine bağlanmış olmasıdır (sinsisyal yapı)  Bağlantı bölgeleri, bir hücredeki aksiyon potansiyelinin diğer bir hücreye kolayca geçişini ve tüm kalp kasına yayılmasını sağlar. Böylece kalp kasını oluşturan liflerin aynı anda kasılması ve kalbin etkin pompa görevini yerine getirmesi mümkün olmaktadır. Kalp kasının ikinci ve en önemli özelliği, kendi uyarılarını kendisinin oluşturması ile ritmik kasılmalar yapmasıdır. Diğer bir deyişle kalp kası bir otonomiye sahiptir ve uyarabilmesi için iskelet kaslarında olduğu gibi sinirsel impulsa gereksinmesi yoktur. Bu amaç doğrultusunda kalp kasının bazı hücreleri özelleşerek aksiyon potansiyelini doğuran ve ileten bir sistem oluşturmuştur. Bu sisteme kalbin uyarı ve ileti sistemi adı verilmektedir ve daha ayrıntılı bir şekilde dolaşım fizyolojisi konusunda ele alınacaktır. Kalp kasının bu özelliğine bağlı olarak, örneğin, bir kurbağanın kalbi izole edilip, beslenmesini sağlayan uygun bir sıvı ortamı içine bırakıldığında, vücut dışında da ritmik kasılmasına devam eder. Kalp kasında kasılmaların başlaması için sinirsel impulsa gereksinim yoktur fakat kalp kası sinir sisteminden bağımsız bir organ değildir. Kalp kası otonom sinir sisteminin gerek sem-patik gerekse parasempatik bölümüne ait nöronlar ile bağlantıya sahiptir. Bu sinir sisteminin görevi kalbin kendi kendine oluşturduğu uyarı sayısını ve kalp kasının kasılma gücünü organizmanın gereksinmesi doğrultusunda artırmak veya azaltmaktır. Örneğin, kalp atım sayısının koşarken artırılması, dinlenim durumunda azaltılması gibi.

Kalp kasının kasılma mekanizması iskelet kasına benzer ancak önemli bir fark, kalp kasının kasılma sırasında hücre içindeki Ca2+ iyonlarına ilaveten hücre dışından gelen Ca2+ iyonlarınıda kullanmasıdır.

3.3. Düz Kaslar Aktin ve miyozin flamentlerinin belli bir düzen dahilinde değil de rastgele bir dağılım göster-mesi nedeni ile mikroskop altında çizgili görünüm vermeyen düz kaslar, genel olarak iki grup altında toplanırlar. Visseral düz kaslar (iç organların düz kasları) ve multi-unit düz kas-lar (çok üniteli düz kaslar) Düz kaslarda da kasılma mekanizması aktin ve miyozin etkileşmesi ile olur ve uyarılma ile kasılma arasındaki bağlantı diğer kas tiplerinde olduğu gibi kalsiyum iyonları tarafından yapılır. Ancak düz kaslarda troponin molekülü bulunmaz bunun yerine calmodulin adı veri-len bir protein molekülü kalsiyum bağlayıcı olarak görev yapmaktadır. Düz kaslardaki diğer önemli bir fark, kasılma sırasında kalsiyum iyonlarının sarkoplazmik retikulum yerine büyük oranda hücre dışından içeri geçmesi, gevşemede ise tekrar hücre dışına çıkmasıdır. 3.1.1. Visseral düz kaslar Genellikle sindirim kanalı, sidik kesesi, ureter, uterus ve kan damarları gibi yapıların duvar-larında yerleşmiştir. Hücreler mekik şeklinde, küçük ve tek çekirdeklidir. ayrıca özel bağlantı bölgeleri ile birbirlerine bağlıdırlar ve bu nedenle hücrelerin birinde oluşan elektrik-sel değişiklik, hücreden hücreye yayılım göstererek çok sayıda hücrenin birarada kası-lmasına neden olur (Şekil 2.7). Visseral düz kaslar sinirsel uyarı almadan kendiliğinden kasılabilme özelliğindedir ve me-kanik olarak gerildikleri zaman zarlarının depolarize olması ile kasılma yanıtı oluştururlar. Kasılma ve gevşemeleri iskelet kasına oranla daha yavaş ancak kuvvet yönünden pek farklı değildir. Düz kas hücreleri ile otonom sinir sistemi bağlantı kurar ve bu sinir sisteminin göre-vi, hücrelerde kasılmayı başlatmak değil, kendiliğinden oluşan kasılmaların şiddetini vücu-dun gereksinmesi doğrultusunda ayarlamaktır. Örneğin: Yemek yemenin akabinde mide-barsak sisteminin aktivitesinin arttırılması gibi.

3.3.2. Multi-unit düz kaslar Büyük damarların duvarlarında ve gözde iriste bulunur, gözbebeğinin açıklığını ayarlarlar. Bu düz kas hücreleri arasında özel bağlantı bölgeleri yoktur ve kasılmaları için sinirsel uyarı şarttır.

Uyarılabilen dokular herhangi bir uyarıya karşı hücre zarlarının elektriksel özelliğini değişti-rerek aksiyon potansiyeli oluşturup, iletebilme özelliği göstermektedir. Sinir ve kas dokusu uyarılabilen dokulardır. Hücre zarlarında dinlenim ve aksiyon potansiyeli olmak üzere iki tip potansiyelden söz edilmektedir. Dinlenim potansiyeli, hücreler herhangi bir iş yapmadıkları zaman, iyonların, hücre içi ve dışında farklı dağılımda yerleşimleri ile oluşan bir potansiyel iken, aksiyon potansiyeli, hücrelerin aktif oldukları sırada bazı iyonların hücre içine ve dışına hareketleri sonucunda zarda oluşan bir dizi potansiyel değişiklikleridir. Uyarılabilen dokular, aksiyon potansiyelini oluşturup, bu potansiyel değişikliği ile ortaya çıkan elektriksel aktiviteyi zarları boyunca iletirler. Sinir hücrelerinde oluşan bu elektriksel aktivitenin yalnızca iletim işi yapılırken, kas hücrelerindeki elektriksel aktivite mekanik bir olay olan kasılmayı başlatır.

2. AKSİYON POTANSİYELİ Hücre zarının içerisinin dışa oranla daha negatif olduğu dinlenim durumundaki bir hücre, herhangi bir uyaran ile uyarıldığı zaman; zarın dinlenim potansiyeli milisaniyeler içerisinde değişerek pozitif bir değere ulaşmaktadır. Zar potansiyelinde, içerisinin dışa oranla daha pozitif değer kazandığı bu duruma depolarizasyon adı verilmektedir. Ancak zar potansiyeli bu durumda kalmaz, çok kısa bir süre içerisinde tekrar eski dinlenim potansiyeline geri döner. Zar potansiyelinin depolarizasyondan tekrar dinlenim potansiyeline geri dönüşü re-polarizasyon olarak tanımlanmaktadır. Aksiyon potansiyeli, depolarizasyon ve repolarizas-yondan oluşmaktadır. Aksiyon potansiyelinin depolarizasyon ve repolarizasyon dönemleri-nin oluşmasından sorumlu iyonlar; sodyum ve potasyumdur. Aksiyon potansiyeli oluşmasındaki iyonik olayların temeli kısaca şu şekilde açıklanabilir

Dinlenim potansiyeli, sodyum iyonunun aktif taşınma ile sürekli hücre dışına, po-tasyum iyonunun ise hücre içine taşınması sonucunda oluşmaktadır. Aksiyon potansiyeli-nin oluşumu sırasında zarın sodyuma ve potasyuma olan geçirgenliği aniden değişmekte-dir. Depolarizasyon döneminde zarın Na+ iyonlarına karşı geçirgenliği artmakta ve Na+ iyonları hızla hücre içine girerek zar potansiyelini pozitif bir değere ulaştırmaktadır. Repola-rizasyon döneminde ise zarın K+ iyonlarına olan geçirgenliği artarak K+ iyonlarının hücre dışına çıkışı ile zar potansiyeli tekrar dinlenim potansiyeli değerine ulaştırılmaktadır. Repo-larizasyon dönemi ile zarın yalnızca elektriksel potansiyel değeri dinlenim durumuna erişmiştir, iyon dağılımı ise henüz terstir. Daha sonra aktif taşınma sistemi ile Na+ iyon-larının hücre dışına, K+ iyonlarının hücre içine taşınması ile gerek zar potansiyeli yönünden gerekse iyonik dağılım yönünde dinlenim durumuna geri dönüş oluşmaktadır.

3. KAS FİZYOLOJİSİ Uyarılan özellikteki kas hücreleri, zar yüzeyleri boyunca aksiyon potansiyeli iletebilme ve bu elektriksel değişikliği takiben mekanik olarak kasılma veya boylarını kısaltma yanıtı oluştururlar. Kasların kasılması ile; iskelet sisteminin hareketi, kanın kalpten damarlara pompalanması, kan damarlarının çaplarının değişmesi ve dolayısıyla damar sistemi içinde kan akımı hız ve basıncının düzenlenmesi, sindirim sistemi içindeki sindirim materyallerinin hareketi gibi olaylar gerçekleşmektedir. İnsan organizmasındaki kas hücreleri; iskelet kası, kalp kası ve düz kas olmak üzere üç temel tipe ayrılmaktadır.

3.1. İskelet Kası Toplam vücut ağırlığının yaklaşık yarısını iskelet kasları oluşturmaktadır. İskelet kaslarının kasılması, adından da anlaşılacağı gibi iskeleti oluşturan kemiklerin eklem bölgelerinden hareketini sağlamaktadır. Bir iskelet kası kitlesi, kas hücresi veya lifi adı verilen hücre grubu ve bağ dokusundan oluşmaktadır. Kaslar genellikle iskelet sisteminin iki eklemi arasında, kemiklerin iki ucuna veya başka bir kasa bağ dokusundan oluşan ve tendon adı verilen yapılar aracağılığı ile tutunmaktadır.

İskelet kası hücreleri uzun, silindirik şekilde ve çok sayıda nukleus içermektedir. Hücrelerin içinde, zar yapısındaki tübül sistemi olan sarkoplazmik retikulum (kas hücresindeki özel-leşmiş düz endoplazmik retikulum) ile çevrelenmiş, myofibril adı verilen çok sayıda silindirik yapı bulunmaktadır.

Myofibriller, iskelet kasının kasılma mekanizmasında görev alan fonksiyonel birimlerdir. Uzunlamasına incelendiklerinde, sarkomer adı verilen çok sayıda bölmelere ayrıldıkları görülür. Sarkomer kas hücresinde kasılma işini yapan en küçük birimdir. Yapısını, ince ve kalın flament olarak tanımlanan, protein yapısında myoflamentler oluşturur. Myoflamentlerin yerleşim düzeni, iskelet kas hücrelerine mikroskop altında çizgili görünüm kazandırmaktadır. Sarkomeri oluşturan kalın flament miyozin molekülünden, ince flament ise aktin, tropomiyozin ve troponin olmak üzere üç proteinden oluşmaktadır. İnce flamentler sarkomerin iki ucunda, kalın flamentler ise orta bölgede yerleşmiştir. Sarkomerin her iki ucunda yerleşmiş olan ince flamentlerin başlangıç bölgeleri Z çizgisi olarak tanımlanmaktadır. İki Z çizgisi arası, sarkomer boyunu belirler.

Kas hücreleri kasılırken tüm sarkomerlerin Z çizgileri birbirine yaklaşarak sarkomer boyları kısalır. Kısalmanın nedeni ince ve kalın flamentlerin birbirleri üzerinden kaymasıdır. Kayma sırasında merkezdeki kalın flamentler sabit dururken, ince flamentler kalın flamentlere doğru hareket etmektedir (Şekil 2.4). İnce flamentlerin kalın flamentlere doğru çekilmesiyle Z çizgileri birbirine yaklaşır ve sarkomer boyu kısalır. İnce ve kalın flamentlerin bu şekilde aktive olup kayma işlevini yapabilmeleri için önce kas hücrelerinin uyarılarak zarlarında aksiyon potansiyelinin oluşması gerekmektedir. Uyarıl-mayı takiben kasılmanın oluşması, uyarılma ve kasılma gibi iki farklı mekanizmanın birbiriy-le eşleşmesine bağlıdır. Uyarılma ile kasılma arasındaki eşleşme Ca2+ iyonları tarafı-ndan yapılmaktadır. Ca2+ iyonları sarkoplazmik retikulumun tübül sisteminde depo edil-miş halde bulunur. Hücre zarında oluşan aksiyon potansiyeli, sarkoplazmik retikuluma ulaştığı zaman, kalsiyum iyonları buradan serbestleşerek ince flamentlerin yapısında bulu-nan troponin molekülüne bağlanır. Bağlanmayı takiben ince flamentler kalın flamentler üze-rinden kayar ve kasılma gerçekleşir. Bu arada ATP molekülünden yüksek enerjili bir fosfat bağı koparılarak ATP molekülü ADP (adenozin difosfat)'ye dönüştürülmektedir. Kasların gevşemesi sırasında kalsiyum iyonları aktif taşınma ile sarkoplazmik retikuluma geri alınır. Bu nedenle gevşeme sırasında da ATP tüketimi ve enerji sarfı vardır.

İskelet kaslarında uyarılar, nöronlar (sinir hücreleri) tarafından oluşturulur. Diğer bir deyişle, iskelet kasları sinirsel impuls (uyarı) olmadıkça kasılamazlar. Kaslarda aksiyon potansiyeli oluşturup kasılmayı başlatan nöronlara "motor nöronlar " adı verilmektedir. İskelet kas-larının motor nöronlarındaki zedelenmeler bu kaslarda atrofi ve felce neden olur. Motor nöronlar bir iskelet kas lifi üzerinde sinir kas kavşağı adı verilen özelleşmiş bir bölgede sonlanırlar. Sinir hücrelerinin akson adı verilen uzantıları, kas hücresi zarının kalıplaşıp, girintili-çıkıntılı bir yapı gösterdiği ve motor son plak adı verilen bölgesinde, bu bölge ile arasında 20-50 nm bir açıklık kalacak şekilde sonlanır. Akson sonlanmaları yumru görünümünde olup içlerinde çok sayıda kesecikler bulundururlar. Kesecikler sinir hücresin-deki uyarının kas hücrelerine aktarılmasında aracılık eden asetilkolin maddesini içerirler. Sinir hücresinden kas liflerine uyarı geçişi kısaca şu şekilde açıklanabilir: Motor nöronun akson ucuna ulaşan aksiyon potansiyeli, keseciklerdeki asetilkolinin ekzositoz ile serbestleşmesini sağlar. Daha sonra asetilkolin, kas lifi zarında bulunan kendine özel reseptörlere (reseptörün kelime anlamı alıcı demektir. Hücre zarında reseptör görevini, zarda bulunan protein molekülleri yapmaktadır.) bağlanarak zarı Na+ iyonlarına karşı geçirgen kılar ve aksiyon potansiyelini başlatır.

3.2. Kalp Kası (Myokard) İskelet kasları gibi çizgili görünümde olan kalp kası, fonksiyonu ile özdeş bazı farklı önemli özelliklere sahiptir. Bunlardan birincisi; hücrelerin dallanmalar göstermesi ve belli bölgeler-de özelleşmiş yapılar aracılığı ile birbirlerine bağlanmış olmasıdır (sinsisyal yapı). Bağlantı bölgeleri, bir hücredeki aksiyon potansiyelinin diğer bir hücreye kolayca geçişini ve tüm kalp kasına yayılmasını sağlar. Böylece kalp kasını oluşturan liflerin aynı anda kasılması ve kalbin etkin pompa görevini yerine getirmesi mümkün olmaktadır. Kalp kasının ikinci ve en önemli özelliği, kendi uyarılarını kendisinin oluşturması ile ritmik kası-lmalar yapmasıdır. Diğer bir deyişle kalp kası bir otonomiye sahiptir ve uyarabilmesi için iskelet kaslarında olduğu gibi sinirsel impulsa gereksinmesi yoktur. Bu amaç doğrultusunda kalp kasının bazı hücreleri özelleşerek aksiyon potansiyelini doğuran ve ileten bir sistem oluşturmuştur. Bu sisteme kalbin uyarı ve ileti sistemi adı verilmektedir ve daha ayrıntılı bir şekilde dolaşım fizyolojisi konusunda ele alınacaktır. Kalp kasının bu özelliğine bağlı olarak, örneğin, bir kurbağanın kalbi izole edilip, beslenmesini sağlayan uygun bir sıvı ortamı içine bırakıldığında, vücut dışında da ritmik kasılmasına devam eder. Kalp kasında kasılmaların başlaması için sinirsel impulsa gereksinim yoktur fakat kalp kası sinir sisteminden bağımsız bir organ değildir. Kalp kası otonom sinir sisteminin gerek sem-patik gerekse parasempatik bölümüne ait nöronlar ile bağlantıya sahiptir. Bu sinir sistemi-nin görevi kalbin kendi kendine oluşturduğu uyarı sayısını ve kalp kasının kasılma gücünü organizmanın gereksinmesi doğrultusunda artırmak veya azaltmaktır. Örneğin, kalp atım sayısının koşarken artırılması, dinlenim durumunda azaltılması gibi.

Kalp kasının kasılma mekanizması iskelet kasına benzer ancak önemli bir fark, kalp kasının kasılma sırasında hücre içindeki Ca2+ iyonlarına ilaveten hücre dışından gelen Ca2+ iyonlarınıda kullanmasıdır.

3.3. Düz Kaslar Aktin ve miyozin flamentlerinin belli bir düzen dahilinde değil de rastgele bir dağılım göster-mesi nedeni ile mikroskop altında çizgili görünüm vermeyen düz kaslar, genel olarak iki grup altında toplanırlar. Visseral düz kaslar (iç organların düz kasları) ve multi-unit düz kas-lar (çok üniteli düz kaslar) Düz kaslarda da kasılma mekanizması aktin ve miyozin etkileşmesi ile olur ve uyarılma ile kasılma arasındaki bağlantı diğer kas tiplerinde olduğu gibi kalsiyum iyonları tarafından yapılır. Ancak düz kaslarda troponin molekülü bulunmaz bunun yerine calmodulin adı veri-len bir protein molekülü kalsiyum bağlayıcı olarak görev yapmaktadır. Düz kaslardaki diğer önemli bir fark, kasılma sırasında kalsiyum iyonlarının sarkoplazmik retikulum yerine büyük oranda hücre dışından içeri geçmesi, gevşemede ise tekrar hücre dışına çıkmasıdır.

3.1.1. Visseral düz kaslar Genellikle sindirim kanalı, sidik kesesi, ureter, uterus ve kan damarları gibi yapıların duvar-larında yerleşmiştir. Hücreler mekik şeklinde, küçük ve tek çekirdeklidir. ayrıca özel bağlantı bölgeleri ile birbirlerine bağlıdırlar ve bu nedenle hücrelerin birinde oluşan elektrik-sel değişiklik, hücreden hücreye yayılım göstererek çok sayıda hücrenin birarada kası-lmasına neden olur. Visseral düz kaslar sinirsel uyarı almadan kendiliğinden kasılabilme özelliğindedir ve me-kanik olarak gerildikleri zaman zarlarının depolarize olması ile kasılma yanıtı oluştururlar. Kasılma ve gevşemeleri iskelet kasına oranla daha yavaş ancak kuvvet yönünden pek farklı değildir. Düz kas hücreleri ile otonom sinir sistemi bağlantı kurar ve bu sinir sisteminin göre-vi, hücrelerde kasılmayı başlatmak değil, kendiliğinden oluşan kasılmaların şiddetini vücu-dun gereksinmesi doğrultusunda ayarlamaktır. Örneğin: Yemek yemenin akabinde mide-barsak sisteminin aktivitesinin arttırılması gibi.

3.3.2. Multi-unit düz kaslar Büyük damarların duvarlarında ve gözde iriste bulunur, gözbebeğinin açıklığını ayarlarlar. Bu düz kas hücreleri arasında özel bağlantı bölgeleri yoktur ve kasılmaları için sinirsel uyarı şarttır.

Organizmada kaslar iskelet kası, kalp kası ve düz kas olmak üzere üç temel tipe ayrılmıştır. İskelet kaslarının kasılması ile kemiklerin hareketi, kalp kasının kasılması ile kanın kalpten damar sistemi içine pompalanması, düz kasların kasılmaları ile çok çeşitli iç organ fonksi-yonları (sindirim, boşaltım gibi) gerçekleşmektedir. İskelet kaslarının uyarılma ve kasılmalarındaki temel prensipler, ufak farklılıklarla tüm kas tipleri için geçerlidir. Kas hücresindeki aksiyon potansiyeli (uyarılma), hücre içindeki ser-best kalsiyum miktarını artırmakta, kalsiyum iyonlarıda ince ve kalın flamentlerin birbiri üze-rinden kaymasını sağlamaktadır (kasılma). Bu arada da eş zamanlı olarak ATP deki kimya-sal enerji mekanik işe çevrilmektedir. İskelet kaslarının kasılabilmesi için sinirsel uyarı şart iken, kalp kası ve visseral düz kaslar için böyle bir koşula gereksinim yoktur. Kalp kası ve visseral düz kaslar kendi uyarılarını kendileri oluşturabilme özelliğine sahiptir. Kaslarda aksiyon potansiyeli oluşturup kasılmayı başlatan nöronlara motor nöronlar adı ve-rilmektedir. Motor nöronlar kas hücrelerini kimyasal bir madde aracılığı ile uyarırlar. İskelet kaslarının motor nöronlarında bu kimyasal aracı asetilkolin molekülüdür.

Ekstrasellüler sıvının (hücre dışı sıvısı) bir parçası olan kan, plazma adı verilen sıvı ortam içinde kan hücrelerinin (eritrosit, lökosit, trombosit) süspansiyon halinde dağıldığı, damar sisteminin içini dolduran ve kalbin pompa gücü sayesinde bu sistem içinde tüm vücudu do-laşan bir dokudur. Görevlerini, taşıma, düzenleme ve savunma olmak üzere üç grup altında toplayabiliriz. Taşıma görevi: İnsan organizmasının yaklaşık %60 ı sıvıdır. Bu sıvının ortalama %40 ı hücreler içinde (intrasellüler sıvı), %20 si ise hücrelerin dışında (ekstrasellüler sıvı) bulu-nur. Ekstrasellüler sıvının da %15 i interstisyel sıvıdan, %5 i ise kan plazmasından oluşmaktadır (Şekil 5.1). Ekstrasellüler sıvı devamlı hareket halinde olan bir sıvıdır. Bu hareketliliğin nedeni; kan dolaşımına, kan ile interstisyel sıvı arasındaki sürekli alış verişe bağlıdır. İnterstisyel sıvı daha öncede sözü edildiği gibi hücrelerin etrafını çevreleyen ve hücrelerin atmosferi gibi davranan bir sıvıdır. Hücreler her türlü besin maddelerini bu sıvıdan alıp, oluşturdukları metabolizma artıklarınıda bu sıvı ortamına bırakırlar. Kan, interstisyel sıvıya oksijenle birlikte hücrelerin kullanacağı besin maddelerini getiren ve aynı zamanda hücrelerin oluşturduğu metabolizma artıkları ve karbondioksidi buradan götüren bir sistemi oluşturmaktadır.

Düzenleme görevi: Düzenleyici görevini iç ortamın pH ve sıcaklığını değişmez tutulmasına katkıda bulunarak ve taşıdığı hormonlarla organlar arasındaki karşılıklı işbirliğini sağlayacak mesajları ileterek gerçekleştirmektedir. Kanın bileşimi ve fiziksel özellikleri vücut hücrelerini dolaşması sırasında bazı organlar tarafından sürekli kaydedilmektedir. Kanın bileşimi ve fiziksel özellikleri iç ortamı ve iç ortamdaki değişiklikleri yansıtır. Böylece, kandan, iç ortamın yapısında herhangi bir değişikliği bildiren şekilde mesaj alınması sinir ve endokrin sistemin devreye girmesine ve durumu düzeltecek organlara gerekli emirlerin gönderilmesine neden olmaktadır.

 Savunma görevi: Bileşiminde bulunan çeşitli moleküller ve lökositler (Akyuvarlar) yardımı ile organizmayı mikroorganizmalara ve organizmanın kendine yabancı bulduğu her türlü et-kene karşı savunur. Dolaşımda bulunan kan hacmi, 70 kg bir insan için ağırlığının %8 i veya 5600 ml civarındadır. Vizkozitesi suya göre kıyaslandığı zaman suyun 5 mislidir. Kan vizkozitesini; plazmanın su oranı, protein miktarı ve eritrosit (Alyuvarlar) sayısı etkiler. Eritrosit sayısı fazlalaştığı, protein miktarı arttığı ve plazmada su oranı azaldığı zaman kanın vizkozitesi artar. Aksi koşullarda azalır.

 Hematokrit: Kanın hücresel bölümünün, kan hacmine olan oranına, kanın hematokrit değeri denilmektedir. Antikoagulan (kanın pıhtılaşmasına engel olan madde) ilavesi ile pıhtılaşması engellenmiş kan özel bir tüpe alınıp 10 dk santrifüj edildiği zaman, tüpün alt tarafında hücresel elementlerin, üst tarafında sarı renkte plazmanın ayrıldığı görülür (Şekil 5.2). Normal koşullarda bu şekildeki bir ayrımda 100 ml kanın %44-46 sını hücresel elemanlar, % 54-56 sını plazma oluşturur. Hücresel elemanların % si hematokrit değerini gösterir. Hematokrit değerine birincil olarak etki eden kan hücreleri, eritrositlerdir. Eritrosit sayısında artış, plazmada azalma hematokrit değerini yükseltir. Kan, antikoagulan ilave edilmeden bir tüpe alınıp pıhtılaşmaya terkedildiği zanan, oluşan pıhtı yumağından sarı renkte bir sıvının ayrıldığı gözlenir. Bu sıvıya serum adı verilmekte-dir. Plazma ile serum, bir önemli fark dışında, yapı olarak aynıdır. Aralarındaki en önemli fark serumda kanın pıhtılaşmasında görev alan bazı pıhtılaşma faktörleri veya proteinlerin, özellikle fibrinojenin, bulunmamasıdır. Bu nedenle seruma fibrinojensiz plazma da denilmektedir. Plazmanın %91-92 sini su, %8-9 unu ise çözünmüş halde bulunan organik ve inorganik maddeler oluşturur. Plazmadaki organik maddelerin büyük oranını plazma proteinleri oluşturur. Plazma proteinleri globulinler (alfa, beta, gama globulinler), fibrinojen ve albumindir.

Plazma proteinlerinin çok önemli görevleri vardır ve bunlar şu şekilde sıralanabilir:

a) Plazma proteinlerinin yarattıkları ozmotik güce, kolloid ozmotik basınç = onkotik basıadı verilmektedir. Bu ozmotik güç plazmada suyu, tutan en önemli güçtür ve plaz-madaki suyun damar dışına kaçmasını engeller. Bu ozmotik gücün %70 inden sorumlu olan protein, albumindir. Albumin yapımının yetersizliği veya herhangi bir nedenle albumin kayı-pları suyun damar dışına kaçmasına ve dokular arasında birikmesine, diğer bir deyişle ödemlere neden olur.

 b) Proteinler kan pH nın düzenlenmesinde görev alan önemli bir tampon sistemidir.

 c) Hormonlar, ilaçlar ve metaller gibi birçok madde kanda proteinlere bağlanarak taşınmak-tadır.

 d) Kanın damar sistemi içerisinde dolaşması sırasında eritrositlerin sedimantasyonunu (eritrositlerin rulo formu oluşturarak birbirleri üzerine yığılmaları) düzenlerler.

e) Kan vizkozitesini etkilerler. Plazmada proteinlere ilaveten şekerler yağlar ve hormonlar gibi çok sayıda organik madde-ler bulunmaktadır. Plazmada bulunan inorganik maddelere Na+ , K+, Ca2+, HC03- , P3 -,Fe2+, Mg2+ , I-örnek verilebilir. İnorganik maddeler kanın ozmotik gücünün ve pH ının ayarlanmasından sorumludurlar.

 2. KAN HÜCRELERİ Kan hücreleri eritrositler (alyuvarlar, kırmızı kan hücreleri), lökositler (Akyuvarlar, be-yaz kan hücreleri) ve trombositlerdir (kan pulcukları, plateletler).

Yetişkinlerde eritrosit, trombosit ve lökositlerin büyük kısmı kemik iliğinde yapılmaktadır. Lökositlerin bir kısmı kemik iliğine ilaveten limfoid organ ve dokularda (limf düğümleri, tosillalar, dalak ve timus bezi gibi) yapılmaktadır. Fetüsde kan hücreleri kemik iliğine ilaveten karaciğer ve dalakta da yapılmaktadır. Çocukluk yıllarında,kan hücreleri tüm kemiklerin kemik iliğinde yapılırken 20 yaşından sonra uzun kemiklerin kemik iliği kan hücresi üretimini dur-durur ve kan hücreleri yassı kemiklerde özellikle; vertebralar, kostalar ve sternumun kırmızı kemik iliğinde yapılmaktadır.

 2.1. Eritrositler (alyuvarlar) Organizmada sayıları en yüksek olan hücre grubudur. Sayıları, 1 mm3 kanda kadınlarda ortalama 4.8 milyon, erkeklerde 5.4 milyondur. Görünüşleri bikonkav disk (orta bölgeleri alt ve üstten basık) biçiminde olup, kolayca şekil değiştirebilme özelliğine sahiptir-ler (Şekil 5.3). Kolayca şekil değiştirebilme yetenekleri sayesinde en dar çaplı kılcal damar-lardan kolayca geçebilirler (Şekil 5.3). Kan dolaşımında bulunan eritrositler çekirdek taşımazlar ve dolaşımdaki ömürleri ortalama 120 gün kadardır. Organizmada eritrosit yapımı hipoksi (dokularda oksijen azalması) tarafından uyarılır. Hipoksi böbreklerden erit-ropoietin hormonunun salgılanmasına neden olur, eritropoietin de kemik iliğini eritrosit yapımı yönünde uyarır. Eritrositlerin başlıca fonksiyonları hemoglobin taşımaktır. Hemoglobin, yapısında 2+ değerlikli Fe atomu bulunduran büyük bir protein molekülüdür ve başlıca görevi dokulara oksijen taşımaktır. Oksijen, hemoglobin molekülünde Fe2+ atomuna bağlanarak taşınır.

Hemoglobin molekülünün protein kısmını oluşturan polipeptid zincirlerindeki amino asitle-rin sayı ve dizilişlerindeki farklılıklar, farklı hemoglobin tiplerinin oluşmasına neden olur; HbA, HbF, HbS gibi. HbA normal erişkin hemoglobinidir, HbF fetüs hemoglobini, HbS orak hücreli anemi olarak bilinen bir tip anemi hastalığında bulunan hemoglobin tipidir. Hemoglobin nerede bulunur, görevi nedir? 2.1.1. Hemoliz Eritrosit zarlarının yırtılması sonucunda, Hb molekülünün hücre dışına çıkmasıdır. Neden-lerine bağlı olarak iki tip hemoliz tanımlanmaktadır. Ozmotik hemoliz ve hemositoliz Ozmotik hemoliz: Eritrosit hücreleri kendi içlerindeki sıvıdan daha hipotonik bir sıvı ortamı içine bırakılacak olurlarsa, bir müddet sonra şiştikleri ve giren su miktarı, zarlarının gerilebil-me kapasitesini aştığında ise zarlarının yırtılması ile Hb molekülünün dışarı çıktığı gözlenir. Normal eritrositlerin %0.9 luk NaCl çözeltisinden (izotonik tuz çözeltisi) başlayarak %0.8, %0.7, %0.6, %0.5, %0.4 şeklinde gittikçe hipotonikleşen tuz çözeltileri içine konuldukları-nda su alıp şişmelerine rağmen hemoliz gözlenmez. Bunun nedeni, hem zarlarının esnek-liği hem de eritrositlerin sitoplazmik materyal miktarının hücre içi hacmine oranla düşük ol-masına bağlı olarak içi boş bir torba gibi davranabilmeleridir. Çözeltinin konsantrasyonu %0.4 ten daha düşük olunca normal eritrositlerde hemoliz görülmüye başlar (Şekil 5.4). Bu-radan saf suda tüm eritrositlerin hemolize uğrayacağı anlaşılmalıdır. Bazı anemi tiplerinde eritrositlerin zarlarının esnekliğinin azalmasıyla, su alıp şişebilme kapasiteleri düşğü için hipotonik ortama dayanma güçleri azalır ve %0.7 lik tuz çözeltisinde derhal hemolize uğra-yabilirler. Herediter sferositoz bu tip bir anemiye örnektir.

Hemositoliz: Bazı mekanik, fizik ve kimyasal etkenlerle zar yapısındaki lipid tabakasının erimesi sonucunda görülen hemolizdir. Donma - çözülme, sıcaklık, akrep-yılan zehirleri, bazı bakteri toksinleri, safra tuzları, deterjanlar, eter, kloroform gibi maddeler bu tip hemoli-ze neden olur. Hemolizin nedeni ne olursa olsun sonunda kanda bilirubin (sarı renkte, pigment özel-liğinde bir madde, safranın sarı rengini veren de bilirubindir) artışına ve sarılığa neden olur. Bilirubin hücrelerden dışarı çıkan hemoglobinin parçalanıp metabolize edilmesi sonucunda oluşan bir son üründür. Böylece organizmada normalin üstünde bir eritrosit harabiyeti varsa sonunda bilirubin yükselmesi ile sarılık gelişebileceği unutulmamalıdır.

2.1.2. Sedimantasyon Pıhtılaşmasına engel olunmuş kanın eritrositlerinin rulo formu oluşturarak para yığınları şeklinde çökme hızları olarak tanımlanmaktadır (Şekil 5.5). Westergren adı verilen bir aletle ölçülmektedir (Şekil 5.5.). 200 mm dereceli pipetlere konulan 2 ml kan dik bir şekilde bir saat bekletilir, bu süre içinde eritrositler yavaş yavaş çökerken üstte sarı renkte plazma ayrılır. Çökme hızına eritrositlerin şekil ve büyüklükleri ile plazmanın yapısı özellikle proteinleri et-kilidir. Sedimantasyonun normal değerleri; erkeklerde 3-8 mm /saat, kadınlarda 7-12 mm / saat (kadın ve erkek arasındaki bu fark eritrosit sayısının farkından kaynaklanmaktadır), gebelerde 40 mm /saat olarak verilmektedir.

Plazmada fibrinojen ve globulin artışı sedimantasyon hızını artırır. Albumin yükselmesi ise azaltır. Akut ve kronik iltihaplarda, doku harabiyetinde, alyuvar sayısının azalmasında (anemilerde olduğu gibi) sedimantasyon hızı yükselir. Sedimantasyonu tarif ediniz ve sedimantasyon değerine etki eden faktö-rleri belirtiniz? 2.1.3. Anemi (kansızlık) Eritrosit sayısının veya hemoglobin miktarının normalden düşük olması anemi olarak ta-nımlanmaktadır. Eritrosit sayısı; kanamalarda olduğu gibi kayba bağlı olarak, hemolize bağlı olarak yıkımın artması sonucu (hemolitik anemiler), kemik iliği hastalıklarına bağlı ola-rak üretimin yetersizliği sonucu (aplastik anemiler) azalabilir. B12 vitamini yetersizliğinde (pernisiyöz anemi) ve Fe2+ eksikliğinde (demir eksikliği anemisi) gelişmektedir. 2.1.4. Polistemi Eritrosit sayısının normalden fazla olmasıdır. Polistemi hipoksiye bağlı olarak gelişebildiği gibi kemik iliğinin maliğn hastalığı sonucunda da ortaya çıkabilir. Hipoksinin nedeni atmos-ferdeki oksijen azalmasına (örneğin deniz seviyesinden yükseklerde yaşamak gibi), kalp yetersizliğine, akciğer hastalıklarına bağlı olabilir. Etkeni ne olursa olsun hipoksi eritrosit yapımını uyararak eritrosit sayısını normalin üstüne çıkarmaktadır. 2.1.5. Kan grupları Eritrositlerin zar yapısında bulunan bazı glukoprotein molekülleri, eritrositlere antijenik özellik kazandırmaktadır. Eritrositlere antijenik özellik kazandıran bu moleküllere agluti-nojenler denilmektedir. İnsanlar kanlarına göre sınıflandırılırken bu aglutinojenler esas alı-nmaktadır. Eritrosit zarlarında çok sayıda aglutinojen bulunmasına rağmen insanların kan-larına göre gruplandırılmaları A ve B olmak üzere iki aglutinojene göre yapılmaktadır. A ve B aglutinojenleri esas alınarak yapılan sınıflamada insanlar kanları yönünden 4 grup al-tında toplanmaktadır. Bir kişinin eritrositlerinde A aglutinojeni varsa A grubu, B aglutinojeni varsa B grubu, her iki aglutinojeni bir arada bulunduruyor ise AB grubu, bu iki aglutino-jeni bulundurmuyor ise 0 grubudur.

Antijenik özellikteki A ve B aglutinojenleriyle reaksiyon verebilecek antikorlar ise kanın plaz-masında doğal olarak bulunmaktadır. Kanın plazmasında bulunan bu antikorlara agluti-ninler denilmektedir. A aglutinojeninin aglutinini Anti-A veya alfa, B aglutinojenininki ise Anti-B veya beta dır. Anti-A aglutinini A aglutinojenini taşıyan eritrositlerle karşılaşacak olursa, bir anda çok sayıda eritrositi kendine bağlayıp eritrositlerin kümeleşmesine (Ag-lutinasyon) daha sonrada hemolize neden olur. Diğer bir deyişle bu tip reaksiyon erit-rosit yıkımı ve kaybına neden olmaktadır. Genel kurala göre bir kişinin plazmasında, eritrositlerinde taşımadığı antijene karşı agluti-nin bulunmaktadır. Bu kural çerçevesinde; eritrositlerinde A aglutinojeni taşıyan kişinin plazmasında anti-B,B aglutinojeni taşıyanda anti-A,A ve B aglutinojenlerinin her ikisinide taşıyanlarda hiç aglutinin yok iken bu her iki aglutinojenden yoksun 0 grubu kişilerin plaz-masında anti-A ve anti-B aglutininlerin her ikiside bulunmaktadır. (Tablo 5.1). Kan gruplarında A ve B sistemine ilaveten eritrosit membranlarında bulunan diğer bir antije-nik yapı Rh faktörüdür. Eğer bir kişi eritrositlerinde Rh antijeni taşıyor ise Rh (+), taşımıyor ise Rh (-) dir. İnsanların % 80 i Rh (+) dir. Rh antijeninin A ve B den en önemli farkı doğal anti-korunun olamamasıdır. Rh antijenine karşı antikor oluşması; Rh antijenini taşımayan (Rh (-) ) bir kişiye, eritrositlerinde Rh antijenini taşıyan (Rh (+)) bir kişinin kanı verildikten bir müddet sonra alıcının kanında görülmektedir. Kan grupları kan nakillerinde (kan transfüzyonu) çok önemlidir. Uygun olmayan gruplardan kan nakli yapıldığı zaman eritrositlerin hemolizi ile gelişen hemolitik trasfüzyon reaksiyon-ları ortaya çıkmaktadır. Kan nakillerinde dikkat edilecek en önemli nokta, vericinin kanında-ki aglutinojenlerdir. Eğer alıcının kanında vericinin eritrositlerindeki aglutinojenlere karşı aglutinin varsa reaksiyon ortaya çıkar. Örneğin, A grubundaki bir kişiye B grubu kan verile-cek olursa vericinin eritrositlerindeki B aglutinojeni ile alıcının plazmasındaki anti-B aglutini-nin reaksiyonu sonucu aglutinasyon ve hemoliz gelişir. Hemolizin şiddetine bağlı olarakta sarılık gözlenebilir. A ve B aglutinojenlerini taşımayan 0 grubu kan, genel verici kan grubu olarak tanımlanır ve sınırlı miktarlarda ve kontrollü olmak koşulu ile diğer gruplara kan vere-bilir, ancak yalnızca kendi grubundan kan alır. AB grubu ise her iki aglutinojeni taşıdığı için hiç bir gruba kan veremez, fakat tüm gruplardan sınırlı olmak koşulu ile kan alabilir. Bu ne-denle AB grubuna genel alıcı denilmektedir. ABRh (+) kan grubunu taşıdığı aglutinojenler ve aglutinilere göre tanımlayınız? Yeni doğanın hemolitik hastalığı (eritroblastosis fetalis): Anne ve babanın kan grup-larının Rh antijeni yönünden uyaşmazlığına bağlı olarak çocuklarında gelişen bir klinik tab-lodur. Rh (- ) bir anne ile Rh (+) bir babanın anne karnındaki bebekleri babadan Rh (+) lik ka-rakterini aldığı zaman, hamileliğin son aylarında özellikle doğum sırasında bebekten anne-ye Rh antijenleri geçmektedir. Rh antijenlerinin geçişinden bir müddet sonra annenin bağışıklık sistemi anti-Rh antikorlarını oluşturmaya başlar ve annede oluşan bu antikorlar iki veya üç yıl dolaşımda kalabilir. Annenin daha sonra ikinci bir Rh(+) bebeğe hamile kal-ması ile antikorlar dolaşım yolu ile bebeğe geçmeye başlar. Antikorların geçişi ile bebeğin eritrositleri hemoliz sonucu sürekli yıkılır. Sonuçta, bebek ya anne rahminde iken ölür ya da anemik ve sarılıklı olarak doğar. Sarılığın nedeni bilirubin düzeyinin yükselmesidir. Bebek-lerde bilirubin düzeyinin yükselmesi, beyin dokusuna kolayca geçebilmesi nedeni ile çok önemlidir. Bilirubin beyin dokusunda birikerek geriye dönüşsüz hasarlara neden olabilmek-tedir. Annenin Rh (-) bebeğe hamile kalması yukarıda anlatılan şekildeki sorunlara neden olmaz. Günümüzde Rh uyuşmazlığına bağlı olarak gelişebilen bu durumu önleyici ilaçlar vardır. Örneğin, RhoGAM. Bu ilaç ilk Rh (+) bebeğini dünyaya getiren anneye doğumdan sonra ilk 72 saat içinde uygulanmaktadır. İlaç anneye geçen Rh antijenlerini antikor oluşturmaya fırsat vermeden dolaşımdan uzaklaştırmaktadır. Eritroblastosis fetalis hangi koşullarda ortaya çıkabilir?

2.2. Lökositler (Akyuvarlar) Organizmanın savunma sisteminin hareketli elemanları olan lökositler, organizmayı bakte-rilere, virüslere, parazitlere ve tümörlere karşı savunurlar. 1 mm3 kandaki sayıları 4000 - 10000 arasında değişebilir. Ortalama 7000 dir. Sayılarının 4000 nin altına düşmesine löko-peni, 10 000 nin üstüne çıkmasına ise lökositozis denilmektedir. Lökositler çekirdekli hücreler olup çekirdek ve sitoplazma yapılarına bağlı olarak granü-lositler, monositler ve limfositler olmak üzere üç gruba ayrılırlar (Şekil 5.6). Dolaşımdaki lökositlerin % 50-75 i granülosit, % 2-8 i monosit, % 20-40 ı limfosittir. Granülositler ve mo-nositler yalnızca kemik iliğinde yapılır. Limfositler ise az miktarda kemik iliğinde, büyük oranda limfoid organ ve dokularda yapılmaktadır. 2.2.1. Granülositler Sitoplazmalarında belirgin granüller içerirler ve çekirdekleri çok parçalıdır. Granüllerinin ve çekirdeklerinin boyanma özelliklerine bağlı olarak kendi içlerinde nötrofiller, bazofiller ve eozinofiller olarak üç gruba ayrılırlar. Her üçünün de aktif olarak fagozitoz yeteneği vardır (bakteri, parazit gibi mikro organizmaları endositoz ile içlerine alıp yok etmeleri), eozi-nofil ve bazofillerin sayısı allerjik reaksiyonlarda artış gösterir. Eozinofillerin sayıları ayrıca paraziter hastalıklarda da artmaktadır. Granülositlerin % 50 -70 ini nötrofiller, % 1- 4 ünü eo-zinofiller, % 0.4 ünü bazofiller oluşturur. 2.2.2. Monositler Işık mikroskobu altında sitoplazmasında belirgin granüller göstermeyen, çekirdekleri böbrek şeklinde ve tek parçalı olan lökositlerdir. Dokular arasına geçip, burada gelişip büyüyerek doku makrofajları adı verilen hücreleri oluştururlar. Makrofajlar hemen hemen her dokuda vardır ve bazı dokularda özel isimlerle anılırlar. Örneğin; karaciğerde kupffer hücreleri gibi. Monositler ve makrofajlar da aktif fagozitoz yeteneğine sahip hücrelerdir. 2.2.3. Limfositler Kan, limfatik dolaşım ve dokular arasında sürekli dolaşan, yuvarlak, tek parçalı çekirdeğe sahip ve ışık mikroskobunda sitoplazmalarında belirgin granüller göstermeyen hücrelerdir. Bağışıklık sisteminin hücreleri olup, organizmayı bakterilere, virüslere, mantarlara, ya-bancı dokulara ve tümörlere karşı dirençli kılmak için çalışırlar. Kendi içlerinde T ve B olmak üzere iki alt gruba ayrılırlar. B limfositler antijenlere karşı antikor veya immünoglobu-linler adı verilen özel protein moleküllerini sentezlerler. T limfositler ise hem B limfositlerin antikor üretimini düzenleyen hemde antijenlerle doğrudan savaş verebilen hücrelerdir. Bu nedenle T limfositlerin oluşturduğu bağışıklığa hücresel bağışıklık, B limfositlerinkine ise humoral bağışıklık adı verilmektedir. Lökositlerin yaşam süreleri fonksiyonlarına bağlı olarak farklılık göstermektedir. Granülo-sitlerin yaşam süreleri ortalama 12 saattir, ancak bir enfeksiyon oluşmasında bu süre 2-3 saate düşebilir. Monositlerin ömürleri biraz daha uzundur, limfositlerin ise 100-200 gün ka-dar olduğu kabul edilmektedir. Bağışıklık oluşmasında görev alan lökositler hangileridir? Granülositleri sınıflandırınız? 2.3. Trombositler Kemik iliğindeki dev megakaryosit hücrelerinden oluşurlar. Sayıları 1 mm3 kanda 300 000 civarındadır. Damar yaralanmalarında, kanamanın durmasında ve pıhtı oluşmasında görev alan hücrelerdir. 3. KANAMANIN DURMASI VE KANIN PIHTILAŞMA MEKANİZMASI Kanamanın durması hemostaz, kanın pıhtılaşması koagulasyondur. Bir damar yara-landığı zaman bazı mekanizmalar sırasıyla işlerlik kazanarak kanama durdurulur. Bu me-kanizmalar şunlardır. Vazokonstriksiyon veya vazospazm: Damar büzülmesi, damar yaralanmalarından son-ra kanamayı durdurmak için devreye giren ilk mekanizmadır. Trombosit tıkacının oluşması: Trombositler yaralanmış damar yapısı ile karşılaşınca yapıları değişime uğrar, yüzeylerinde ışınsal çıkıntılar oluşur ve yapışkanlaşır. Bunun so-nucunda yaralı damar bölgesinde bir araya toplanarak bir tıkaç oluştururlar ve damar du-varın- daki deliği kan akımını engellemeden tıkarlar. Kanamanın durması için önemli olan üçüncü mekanizma koagulasyondur. Koagulasyonda birbiri ardına işleyen üç temel mekanizma vardır. a. Protrombin aktivatörünün oluşması b. Oluşan protrombin aktivatörünün Ca2+ iyonlarının beraberliğinde protombinden (plaz-mada bulunan bir protein molekülü) trombin oluşturması c. Trombinin fibrinojene etki ederek fibrin ipliklerini oluşturması. Fibrin iplikleri kan hücreleri-ni ve plazmayı içine alarak bir kitle oluşturur, buna pıhtı adı verilmektedir. Protrombin aktivatörünün oluşmasında ekstrinsik ve intrinsik olmak üzere iki esas yol vardır. Bu yolların her ikisinde de kan pıhtılaşma faktörleri adı verilen ve birden onüçe kadar roma rakkamları ile gösterilen protein yapısındaki maddeler görev alır. Bu faktörlerin birinin eksikliği, kişilerde pıhtılaşma mekanizmasının yetersizliği sonucu en ufak bir travma veya yaralanmalarda aşırı kan kayıplarına neden olmaktadır. Örneğin faktör VIII in yokluğunda hemofili olarak adlandırılan hastalık ortaya çıkmaktadır.

 

                                                       KAN

 

Plazma adı verilen sıvıda, süspansiyon halinde hücresel elementleri içeren dokuya “Kan Doku” denir.

Total Miktarı; Vücut Ağırlığının % 8 kadarıdır. 70 kg bir insanda 5-6 litre kan bulunur.

Kanın reaksiyonu hafif alkaliktir.

Arterlerde ph (37C) = 7.40

Venlerde ph  (37C)=7.35

KANIN BİLEŞİMİ

A-    KANIN HÜCRESEL ELEMENTLERİ

B-    KANIN SIVI KISMI bir nevi plazma.

Hemogram ? Tam kan sayımıdır, genel sağlık durumumuz hakkında bilgi sahibi olabilmek için ve tedavi için yapılan test.

TAM KAN SAYIMINDA FİZYOLOJİK DEĞERLER

Eritrosit sayısı; 4.5-5.5 milyon/mm3 (erkekte)

                        4-5.2 milyon/mm3 (kadında)

Lökosit sayısı ; 4- 10 bin/mm3

Trombosit sayısı : 172- 450 bin/mm3    

Hemoglobin: 14-16g/dl (E)

                        12-14 g/dl (K)

Hematokrit: %45-50 (E)

                        %37-45(K)

Tek eritrosit Hacmi (MCV): 80 – 90 m3

 Eritrosit ortalama hemoglobini (MCH): 26 – 32 pg

Eritrosit ortalama Hemoglobin konsantrasyonu: % 32 – 36

Eritrosit Sedimentasyon Hızı (ESH): 3-7 mm/sa (E) 5-10 mm/sa (K)

PLAZMA

Kanın Sıvı Kısmı Su ---------- % 92

Organik Maddeler -------- % 6

Proteinler ( Albumin, globulin, fibrinojen)

 

Karbonhidratlar

Ayrıca çeşitli enzimler ve hormonlar

Lipitler

 

 İnorganik Maddeler --------- % 2

 Na, Ca, K, Mg, fosfor, iyot, demir, bakır vb.

KANIN GÖREVLERİ

þ  Besinlerin taşınması,

þ  Gazların iletimi,

þ  Üre, ürik asit ve kreatin gibi metabolizma artıklarının boşaltım sistemlerine taşınması,

þ  İçerdiği tampon sistemleri ile kan pH’sının sabit tutulması,

þ  Vücut ısısının düzenlenmesi,

þ  Hormonların taşınması,

þ  Vücudun patojenlere karşı korunması,

þ  Kan kaybının önlenmesi

 

Kanın Fiziksel Özellikleri

Kanın rengi kırmızıdır.

Bu renk, eritrositlerin içinde bulunan ve Fe+2 demir içeren hemoglobinden kaynaklanmaktadır.

100 ml ven kanı 15 ml oksijen vişne kırmızısıdır. = Toplardamar venöz.

100 ml arter kanı 20 ml Oksijen kiraz kırmızıdır. = Atardamar.

Bu ikisinin renk ayrımı oksijenden dolayıdır.

KAN YAPIMI (Hematopoez)

{  Embriyonik yaşamın ilk haftalarında vitellus kesesinde gerçekleşir (mezoblastik dönem-1.Trimester).

{  2.Trimesterde (hepatik dönem) karaciğer, dalak (2-6 ay arası)

 

{  Gebeliğin 6. ayından itibaren ve doğumdan sonra kemik iliğinde gerçekleşir.(3. Trimester)

 

Doğum ?

Çocuklarda (5 yaş) tüm kemiklerin kemik iliğinde kan hücreleri yapılırken, 20 yaşından sonra yalnızca yassı kemiklerde yapılır. (vertebralar, kostalar, sternum)

KAN HÜCRELERİNİN OLUŞUMU

 granüllü ve granülsüz, eritrosit oluşumu , trombosit oluşumu .

 

 

 

Organizmada eritrosit yapımı hipoksi ile uyarılır.Eritrosit yapımına eritropoez adı verilir. Eritropoietin hormonu. Böbrekler..

 

ERİTROSİTLER

{  Bikonkav disk şeklindedir.

{  Kolayca şekil değiştirebilirler.

{  Dolaşımdaki mature halleri çekirdek taşımazlar. Ömürleri ortalama 120 gündür.

{  Çapları 5.5 – 8.5 μ Hacmi 78 – 94 μ3

{  NORMOSİTER Hacimleri 75 μ3 ‘ dan küçük olanlar

{  MİKROSİTER Hacimleri 94 μ3 ‘ dan büyük olanlar

{  MAKROSİTER Normal Değeri; 1mm3 kanda kadında 4- 4.5 milyon erkekte 5- 5.5 milyon

Eritrositlerin taşıma görevi

Eritrositlerin en önemli görevi dokulara O2 taşımaktır.

Eritrositlerin içerisinde akciğerlerden dokulara O2 taşıyan Hemoglobin bulunur.

HEMOGLOBİN (Hb)

{  Eritrositlerin başlıca fonksiyonu hemoglobin taşımaktır.

{  Yapısında amino asitlerden oluşan globulin zinciri ile demir (Fe+2 ) içeren HEM molekülü bulunur.

{  Amino asitlerin sayısı ve dizilişindeki farklılıklar farklı Hb tiplerinin ortaya çıkmasına neden olur. (Hb A, Hb F, Hb S gibi).

{  Normal değeri: Kadında 14g/dl Erkekte 16 g/dl

HEMOGLOBİN BİLEŞENLERİeşikleri.

A-    HbO2 - Oksi Hemoglobin.

B-    HbCO2 - Karbamino Hemoglobin.

C-    Hb - Redüit Hb.

D-    HbCO - Karboksi Hemoglobin.

E-     HbFe+3 - Methemoglobin

F-     Glikozillenmiş Hb,

 

 

 

SİYANOZ

{  Rediüt Hb, normal 100 ml kanda 3 gr ’dır, 5 gr olacak olursa siyanoz denilen belirtiler ortaya çıkar.

{  O2’siz kalarak boğulmalarda Ferro (Fe+2) yerine, Ferrik (Fe+3) demire dönüşürse Met-Hb oluşur.

{  Deride siyanotik görünüm ortaya çıkar.

KARBONMONOKSİT ZEHİRLENMESİ

SESSİZ KATİL  OLARAK DA ADLANDIRILIR.

Belirtileri ; Baş ağrısı, baş dönmesi , Bulantı, Nefes darlığı , Yığılma, Bilinç kaybı.

HEMOLİTİK ETKENLER

{  Hipotonisite (hipotonik çözeltiler) (saf su)

{  Lipidde çözünen maddeler (Alkol)

{  Lipidleri çözen maddeler( Eter, kloroform)

{  Hücre membranlarını eriten (Lizis) etmenler: Mikrobik yapılar, antikor, komplemanlar, ilaçlar…

{ Üre

Eritrosit miktarındaki değişikliklerin sonucu?

Anemi; Kanımızda eritrosit ya da hemoglobin azalması

Anemilerin oluşum mekanizmasına göre sınıflandırılması.

ERİTROPOEZ AZALMASI-

Demir eksikliği, B12 ve folik asit eksikliği, aplastik anemi

KAN KAYBI

 ERİTROSİT YIKIMINDA ARTMA

(hemolitik anemi)

Eritrosit kusuruna bağlı (intrensek):Eritrosit membran bozuklukları, glikolitik enzim

Yetersizlikleri hemoglobinopatiler

Eritrosit dışı nedenlere bağlı (ekstrensek): Antikora bağlıhemolitik anemiler,enfeksiyonlara bağlı hemoliz….gibi

ANEMİ:

Dolaşımdaki eritrosit sayısının veya hemoglobin miktarının azalması.

Polisitemi: Eritrosit sayısının normalden fazla olması.

Çeşitleri:

* Fizyololik polisitemi,

                  Yenidoğanlar

      Sporcular

      Yüksek irtifada yaşayanlar

* Patolojik polisitemi, 1) Hipoksi sonucu  ve Hematopoetik dokuların hastalıkları sonucu gelişir.

Polisitemia Vera, Primer polisitemi (polisitemia vera): Kemik iliği, EPO olmadan

kendinden kaynaklanan uyarılarla eritrosit sayısını artırır.

Sekonder polisitemi

Hipoksiye neden olabilecek hastalıklar sonucu, EPO yapımını artırmak suretiyle etkili olur.

Nedenleri;

Uyku apne sendromu

Sigara

Obezite

Hipovantilasyon

KOAH

Diüretikler

Performans arttırıcı madde kullanımı; EPO,

testosteron ve anabolik steroidler.

Sedimantasyon (SED=ESR)

Normal SED değeri (mm/saat) Ortalama

Yenidoğan                  0 – 1

Erkekte                       0 – 8              4

Kadında                      0 - 16             8

Eritrosit sedimantasyon hızını (ESR)

Eritrosit sedimantasyon hızını (ESR) çeşitli faktörler etkiler. Bu faktörler, eritrositlere, plazmaya, mekanik veya teknik nedenlere bağlı olabilir.

Eritrositlere bağlı faktörler:

Eritrositin büyüklüğü ve ağırlığı. Makrositozda ESR artar.

Eritrositlerde rulo formasyonu ESR’yi artırır.

Eritrosit konsantrasyonu. Anemilerde ESR artabilir.

Plazmaya bağlı faktörler:

Plazma proteinlerinden fibrinojen, globulin arttığı durumlar,eritrositlerde agregasyona ve rulo formasyonu yaparak ESR’yi arttırırlar.

Sedimantasyon Hızını Belirleyen Faktörler:

Sedimantasyon Hızını Arttıran Fizyolojik Etkenler

 

• Gebelik

• Menstruasyon

• Yaşlılık

• Egzersiz

• Yemeklerden sonra

Sedimantasyon Hızını Arttıran Hastalıklar

• Akut ve kronik enfeksiyonlar (globulin artar)

• Dokuları tahrip eden hastalıklar (fibrinojen artar)

• Anemi ve ısı artması (Tüberküloz, mafsal romatizması, tümör)

Sedimantasyon Hızını Azaltan Etkenler

• Albumin artması

• Polisitemi

• Eritrosit şekil bozuklukları

• Megaloblastik anemi

LÖKOSİTLER

  1 mm3 kanda 4.000 – 10.000 arasında değişen çekirdekli kan hücreleridir.

  Vücuttaki en önemli görevleri, organizmayı bakteri ve viruslara karşı korumaktır.

  Sayılarının 4.000’den az olmasına lökopeni, 11.000’den yüksek olmasına lökositoz adı

  verilir.

  Yemeklerden sonra, egzersiz sonrası, adrenalin deşarjında sayılarının artması fizyolojik, enfeksiyonlarda artması patolojiktir.

Yapım yeri;

Kemik iliği, Dalak, Karaciğrer ve Lenf düğümleridir.

Yabancı maddelere karşı iki şekilde savaşırlar;

Fagositoz yoluyla yabancı maddeleri yok eder.

Antikor üretir

 

YABANCI HÜCREYE KARŞI DİRENÇ ÖZELLİĞİ GÖSTEREN ;

Diapez, fagositoz , kemotaksi.

Fagositoz; resim.

Lökositler

GRANÜLOSİTLER ( Topl. Lökosit sayısının %70)

Nötrofil (%50-70) at nalı.

Eosinofil (%1-4) üzüm salkımlı.

Bazofil (%0,5-1) sayısı en az olan.

AGRANÜLOSİTLER (Topl. Lökosit sayısının %30)

Lenfosit (%20-40)

Monosit (%2-8) fasulyeye benziyor. Göç etmesiyle makrofaj.

Granülosit çeşitleri.

            Nötrofil

Nötral boyalarla boyanır.

Akut enfeksiyonlarda artar.

Fagositoz özelliği fazladır.

Nükleus tek yada parçalı

olabilir.

Peroksidaz salgılayarak

kemotaksisi kolaylaştırır.

Ömrü 2 gündür.

            Eozinofil

Asit boyalarla boyanır.

Fagositoz özellikleri azdır.

Allerjik hastalıklarda sayıları

artar.

Paraziter enfeksiyonlarda çok

miktarda üretilir ve parazitli

dokulara göçerler.

            Bazofil

Bazik boyalarla boyanır.

Fagositoz özelliği yok

denecek kadar azdır.

Heparin, histamin, serotonin

salgılar.

Agranülosit çeşitleri

            Monosit

Lokositlerin dev hücreleridir.

Fagositoz özelliği fazladır.

Kronik enfeksiyonlarda artar.

Makrofajlara dönüşürler.

Makrofajlar, kandan dokulara giren monositlerin son şeklidir ve nötrofillerden daha güçlü fagositoz yaparlar. Nötrofiller genellikle 3-20 bakteriyi fagosite ederken, makrofajlar 100 bakteriyi fagosite edebilirler. Makrofajlar Antijen Sunan Hücrelerdir.

Lenfosit

T ve B lenfositler olmak

üzere ikiye ayrılırlar.

Edinsel bağışıklık ileilgilidirler.

T Lenfosit bakteri ile savaşır- Hücresel Bağışıklık*

B Lenfosit antikor yapar- Hümoral Bağışıklık*

Lenfositler kemik iliğinde yapıldıktan sonra lenfoid dokularda gelişime uğrarlar. Lenfositlerin immünite yanıtı iki ayrı kademede kazanılır.

* Merkezi organlar;

Timus - T Lenfosit- Antijeni tanır, yabancı maddeler ile savaşır.

Kemik iliği - B Lenfosit- Plazma hücresine dönüşür, antikor yapar.

Antikorlar doğumdan sonra vücudun antijenle karşılaşması sonucu oluşurlar. GAMDE* İmmuglobin G, A,M,D,E

* Periferik organlar;

Lenf düğümleri, dalak…..

                                                         

Kan Grupları

İnsanların kanlarına göre sınıflandırılmaları eritrosit membranında bulunan A ve B antijenlerine

göre yapılır.

Buna göre insanlar kanlarına göre 4 grup altında toplanır.

A grubu

B grubu

AB grubu

O grubu

Antijenler (Aglutinojen-reseptör) plazmada bulunan aglütinin adı verilen antikorlarla birleşerek

üzüm salkımı şeklinde topaklar meydana getirirler. Bu olaya aglütinasyon denir.

Ana Kan Gruplarının Genotip, Fenotip Aglutinojen Ve Aglütinin Özellikleri

Genotip             Kan Grubu               Aglutinojen            Aglutinin

OA veya AA            A                                  A                     Anti-B (β)

OB veya BB             B                                   B                       Anti-A (α)

AB                          AB*                            A ve B                        ---

OO                            O**                               ---                      Anti-A (α)

                                                                                                  Anti-B (β)

Doğum sonrasında plazmadaki aglutinin miktarı sıfıra yakındır.

Doğumdan 2- 8 ay sonra bebek aglutinin yapmaya başlar.

Rh Sistemi

Rh sisteminde; en güçlü antijen D antijeni olduğundan,bu antijeni taşıyanlar ‘Rh pozitif’,

taşımayanlar ‘Rh negatif’ olarak adlandırılır.

Rh – kişi, Rh + eritrositle karşılaştığında anti-D antikoru üretir.

Eritroblastosis Fetalisin Klinik Tablosu

Sarılık, Anemi, anneden gelen anti- Rh aglütininler bebeğin kanında 1-2 ay daha dolaşıp

çok sayıda eritrositin yıkımına yol açarlar.

Karaciğer ve dalak büyür.

Hücrelerin hızlı yapımı nedeniyle çekirdekli hücreler dolaşım sistemine verilir.

*Ölüm nedeni ---- ANEMİ

*Anemiye rağmen yaşayanlarda konjuge olmamış bilirubinin bazal

ganglionlarda depolandığı bir sendrom olan kernikterus gelişebilir.

 

 

Trombositler

Sayıları 150.000-300.000/mm3

Kemik iliğindeki dev hücreler olan MEGAKARYOSİTLER’in

sitoplazma parçaları koparak trombositleri üretir.

Trombopoietin*

Trombosit sayısındaki artışa, trombositoz,

Trombosit sayısındaki azalmaya, trombositopeni denir.

Yarı ömürleri 8 – 12 gündür.

Trombosit Fonksiyonları

Trombosit Adhezyonu:

Trombositlerin yapışma özelliğidir.

Damar endoteli zedelendiğinde kollajen açığa

çıkar ve trombositler bu zedeli bölgeye

yapışabilir ve trombositler aktive olur.

Hem zedelenen damardan açığa çıkan ajanlar

hem de aktive trombositlerden salgılanan

maddeler maddeler adezyon ve agregasyonu

sağlar.

Trombosit Agregasyonu :

Trombositlerin birbirine yapışma özelliğidir.

Trombosit Sekresyonu:

Trombaksan A2, TF4, vWF gibi maddeleri

salgılar.

Hemostaz Mekanizmaları (Kanamanın Durması)

Damar spazmı,

Trombosit tıkacı oluşumu,

Kanın koagülasyonu sonucu kan pıhtısı

oluşumu,

Fibröz dokunun pıhtı içine doğru

büyümesiyle damardaki deliğin kalıcı olarak

kapatılması.

*Kanama zamanı: 1-3 dakika

Protrombin aktivatörü iki yolla oluşturulur.

Damar duvarı ve çevresindeki dokuların travmaya uğramasıyla başlayan EKSTRENSEK YOL

Kandaki travma veya kollajenle temas halinde başlayan İNTRENSEK YOL *(in vitro olarak kanın cam ve kollajen lifler gibi elektronegatif yüklü ıslanabilen yüzeylerle karşılaştırılması ile elde edilebilir)

Fibrinolizis

Pıhtının kendi içindeki özel maddeler aktif hale geçerek enzimatik etki ile pıhtıyı

eritirler.

Yaralanan dokular ve damar endoteli çok yavaş olarak doku plazminojen

aktivatörü (TPA) salgılar.

Bu madde pıhtı kanamayı durdurduktan bir gün yada daha sonra plazminojeni

plazmine çevirerek pıhtıyı ortadan kaldırır (Fibrinolizis).

*Pıhtılaşma zamanı: 5-10 dak.

Plazma serum farkı ;

Plazma kanın sıvı kısmı, Serum ise Kanın sıvı kısmında pıhtılaşmayı sağlayacak madde bi pıhtılaşma olabiliyor. Pıhtılaşma faktörü eksik.

 

Endotel Yüzeyi Faktöreleri

Endotelin düzgünlüğü.

Endotelin iç yüzeyindeki glikokaliks tabakası.

Endotel membranına bağlı bir protein olan trombomodülin.

Heparin: Antitrombin III’ün etkinliğini artırır.

Trombüs: Damarlarda oluşan pıhtı.

Aşırı Kanamaya Neden Olan Durumlar

Aşırı kanama kan pıhtılaşma faktörlerinden herhangi birinin eksikliği sonucu ortaya çıkabilir.

Üç özel tip kanama eğilimi:

K vitamini eksikliğine bağlı kanama

Bir kaçı dışında kan pıhtılaşma faktörlerinin çoğu karaciğerde yapılır.

K vitamini; protrombin,FVII, FIX,FX ve protein C gibi 5 önemli faktörün yapımı için gereklidir.

Hemofili

Trombositopeni

DOLAŞIM SİSTEMİ

 

 

Kanın damarlar içinde dolaşmasını sağlayan sisteme kalp ve dolaşım (kardiyo-vasküler) sistemi denir.

Kalp ve damar sisteminden oluşur.

Kardiyo-Vasküler sistem

Kalp; insanda kalp, 2 atrium ve 2 ventrikül

olmak üzere dört boşluktan meydana gelir.

Damar sistemi; Arterler, arteriyoller,

kapillerler, venüller ve venlerden oluşur.

Dağıtıcı sistem

Difüzyon ve filtrasyon sistemi

Toplayıcı sistem

Dolaşım Sistemi İki ayrı dolaşım… neden?

Pulmoner Dolaşım ( Küçük Dolaşım ?)

  Kanın akciğerlere iletilmesini ve akciğer alveollerinde gaz değiş tokuşunun meydana gelmesini sağlar.

 Sistemik Dolaşım (Büyük Dolaşım ?)

Akciğerler dışında, vücudun diğer bölgelerinde kanın dolaşımını sağlar.

Sağ kalp; sağ atriyum ve sağ ventrikülden;

 Sol kalp; sol atriyum ve sol ventrikülden oluşur.

{  Sağ kalpten başlayarak sol kalpte biten dolaşıma Kalp-Akciğer (Pulmoner) dolaşımı denir.

{  Sol kalpten başlayarak sağ kalpte biten dolaşıma Sistemik (periferik) dolaşım denir.

Kalbin yapısı

{  250-300g ağırlığındadır. Erkeklerde vücut ağırlığının

{  % 0.43’ü, kadınlarda % 0.40’ı kadardır.

 

 

 

 

Kalp Kapakları

{  Atriyo-ventriküler kapaklar

{  • Mitral kapak

{  • Triküspid kapak

{  Sigmoid (semilunar) kapaklar

{  • Aort kapağı

{  • Pulmoner kapak

 

Atriyoventriküler Kapaklar:

 

{  A-V kapaklar sistol sırasında kanın atriumlardan ventriküllere geri akmasını engeller.

{  Kanın tek yönlü akışına izin verirler.

{   Anatomik olarak ince olduklarından kapanması için geri akım gerektirmezler.

{   A-V kapakları chorda tendina ile m. papillarislere tutunmuş haldedirler.

Triküspit kapak:

Sağ atrium ile sağ ventrikül arasında bulunur

Kanın sağ atriumdan sağ ventriküle doğru tek yönlü akışına izin verir

İzometrik kasılma ve gevşeme fazlarında kapalı durumdadırlar

Mitral Kapak:

Sol atrium ile sol ventrikül arasında yerleşmiştir.

 Kanın sol atriumdan sol ventriküle doğru akışına izin verir.

İzometrik kasılma ve gevşeme fazlarında kapalıdırlar.

Semilunar (Sigmoid) Kapaklar

İşlevleri açısından A-V kapaklardan bazı farklar gösterirlerSistol sonunda gerilmiş olan arterler kapaklar üzerinde ani basınç uygulayarak A-V kapaklarına göre daha şiddetle kapanmalarına neden olur. .

Kapakların kapanması yükselmiş olan arter basıncına ve geri akıma ihtiyaç gösterir.

Semilunar kapaklar chorda tendinaya bağlı bir papiller kas içermezler.

 

Aort kapağı:

 

Sol ventrikülden çıkışta aorta içerisinde yerleşmiş haldedir.

Kapak izometrik kasılma ve gevşeme döneminde kapalıdır.

Sistol sırasında açıktır.

 Pulmoner Kapak:

Sağ ventrikülden çıkışta pulmoner arter içinde yerleşmiştir.

Kapak izometrik kasılma ve gevşeme döneminde kapalıdır.

Sistolik fırlatma döneminde açıktır.

İnspirasyonda kapanması biraz gecikir.

Normal Kalp Sesleri Kalp çalışmasına eşlik eden seslere kalp sesleri denir. Nasıl dinleriz? Oskültasyon→ Kalp seslerinin kalp odakları üzerinden steteskop ile dinlenmesidir. Fonokardiyografi→ Kalp seslerinin amplifikatör sistemiyle kayıt edilmesidir. Normal kalp seslerinin oluşmasında kalp kapaklarının kapanması değil, kapanan kapağa çarpan kanın oluşturduğu titreşim rol oynar.

“Luub- Dub”

I.                   Kalp sesi: Sistol sırasında mitral ve trikuspit kapakların kapanması sırasında oluşur.

II.                 Kalp sesi: Sistol sonunda veya diastolün başında semilunar kapakların (Aort ve Pulmoner kapakların) kapanması sırasında oluşur.

III.              Kalp Sesi: Atriumdaki kanın ani ve hızlı bir şekilde ventrikül duvarına çarpması sonucu oluşur.

IV.             Kalp sesi : artrium sistolü sırasında atriumda kalan kanın ventriküle pompalaması ile oluşur.

3-4 duyulması zordur. 3 sporcularda yeni doğan bebeklerde görülebilir. Ama 4’ün görülmesi patolojik rahatsızlıktır.                     

 

Kalp Odakları

• Kalp odakları kalp seslerinin göğüs üzerinde en iyi dinlendikleri yerlerdir.

Mitral Odak:

• Göğüste sol meme çizgisinin 5. interkostal aralığı kestiği yerdedir.

Triküspit Odak:

• Sol 5. interkostal aralığın sternumla birleştiği yerdedir.

Aorta Odağı:

• Sağda 2. kostal aralığın sternumla birleştiği noktadadır.

Pulmoner Odak:

• Solda 2. interkostal aralığın sternumla birleştiği yerdedir.

Kroner Damarlar

Kalp; koroner arter denen damarlarla çevrilidir.

  Bu damarlar Ana atar damar olan AORT’tan çıkarak kalbi sararlar.  

  Kalp kasının beslenmesini sağlar.

Sağ Koroner Arter; Sağ atrium, sağ ventrikül ve sol ventrikülün diyafragmatik yüzünü besler.

Sol Koroner Arter; Sol kalbin büyük bir kısmını besler.

Miyokard Enfarktüsü (MI): Kalbi besleyen koroner damarların tıkanması sebebiyle bu damarların beslediği kalp alanlarının (miyokard kasının) ölmesine denir.

Kalbin uyarı ve ileti sistemi : sinoatrial node, artioventricular node, hıs bundle, purkinje fibers. Nodüller.

Kas hücrelerinin özelleşmesi ile oluşan bu yapılar;

Sinoatrial düğüm (SA),

HIS demeti, his demetinin sağ-sol dalı,

****Atrioventriküler düğüm (AV), Purkinje sistemi. ***

  SA ve AV düğüm sağ atriumda bulunur.

  HIS demeti AV düğüme bağlıdır ve ventriküller arası bölmede sağ ve sol dallara ayrılır.

  HIS demetinin dalları da ventriküller içine girip purkinje sistemi ile bağlantı kurmaktadır.

  SA düğüm dakikada 70-80, AV düğüm 40- 60, his demeti ve purkinje lifleri daha düşük hızlarda, kendiliğinden impuls oluşturma özelliğinde sahiptirler.

  SA DÜĞÜMÜNDEN ÇIKAN UYARILARIN YAYILMASI

  Kalbin normal çalışmasında uyarıların çıktığı yer SA düğümdür. Bu nedenle SA düğüm pacemaker olarak tanımlanır.

  SA düğümden çıkan bir aksiyon potansiyeli önce atriumların kasını uyarır sonra AV düğüme gelir. İmpuls AV düğümü geçerken hızı yavaşlar ve burada 0.1 sn lik bir gecikmeye uğrar.

  Daha sonra impuls his demetine, his demetini sağ ve sol dallarına geçerek sağ ve sol ventrikül kasındaki purkinje sistemine ulaşır.

  İmpulsun atrium kasında yayılması sonucunda, atrium sistolü (kasılması), ventrikül kasında yayılması sonucunda da ventrikül sistolü oluşur.

  SA düğümden çıkan her bir impuls kalp kasında bir sistolü takip eden bir diyastole(gevşeme) neden olur, SA düğüm dakikada kaç impuls çıkarıyorsa atriumlar ve ventriküller o kadar sayıda sistol yaparlar.

 

KALP SİKLUSU

Kalp siklusunun resmine pdf ten bakınız.

  Aksiyon potansiyelinin oluştuğu bölümdeki kalp kası kasılır ve normal seyrini tamamladıktan sonra gevşer.

  Normal kalp çalışması, bu kasılma-gevşeme döngüsüyle ortaya çıkar.

  Kalp kasının kasılması, kalp odacıklarının içindeki kanı sıkıştırarak, kan dolaşımı için itici gücü oluşturan basıncı doğurur.

  Kalp faliyeti sırasında bir atriyum sistolünden onu izleyen atriyum sistolüne kadar geçen süreye bir kalp siklusu denir. 

  Normal kalp hızı  72 vuru/dakika

 

  Atriyum sistolü: Atriyumlara gelen kanın ~ %30 açık bulunan AV kapaklardan geçerek vent. dolar.

 

  ~ 6-7 mmHg. ~ 0.11 sn. Ventrikül sistolü: Sistolün başlaması ile yükselen basınç AV kapakların kapanmasına neden olur.

 

   Sol vent. Basıncı > Aorta Bas. Sağ vent. Basıncı > Pul.Arter Bas.

 

  Semilunar kapakcıklar açılıncaya kadar geçen süre.

 

   İzovolümetrik ~ 0.05 sn

 

Kalpte ne kadar kan var?

Diyastol sonunda her bir ventrikül volümü 130 – 140 ml ye yükselir. : Diyastol sonu volüm.

Sistolün fırlatma fazında her bir ventrikülden yaklaşık 70 – 80 ml. Kan pompalanır. : Atım volümü.

 

 

ELEKTROKARDİYOGRAFİ

Kalbin çalışması sırasında oluşan elektriksel aktivitenin vücut yüzeyine yerleştirilen elektrotlar yardımı ile kaydedilmesidir.

SA düğümden çıkan her bir aksiyon potansiyelinin kalp kasında yayılması sırasında oluşan depolarizasyon ve repolarizasyon sırasındaki potansiyel değişimleri, iletken özellikteki komşu dokulara, vücut sıvılarına, buradan da vücut yüzeyine yayılır.

Vücut yüzeyine yerleştirilen elektrotlar aracılığı ile, kalpte oluşan aksiyon potansiyelleri kaydedilebilmektedir.

Bu şekildeki kayıt yöntemine elektrokardiografi, edilen milimetrik kağıtlar üzerindeki kayıtlara elektrokardiogram (EKG), kayıdın yapıldığı alete de elektrokardiograf adı verilmektedir.

Derivasyonlar;Kalbimizin elektiriksel aktivitesini yansımasını kaydediyorlar. Aynı düzen izlenmeli, kaydırılma yapılmamalı.

EKG DALGALARI

P DALGASI: Atrium depolarizasyonu (0.09-0.12 sn)

Q DALGASI: Bazı durumlarda bulunmaz, derinleşmesi; geçirilmiş miyokard infaktüsünü gösterir.

QRS KOMPLEKSİ: Ventriküllerin depolarizasyonu 0.05-0.10 sn sürer. 0.11 sn’ yi aşması patolojiktir. (ventrikül hipertrofisi veya purkinje liflerinde blok)

ST SEGMENTİ: Ventrikül depolarizasyonunun tamamlanmasından, repolorizasyon başlangıcına kadar geçen süredir. İzoelektirik hatta kaydedilir. Hattın üstünde veya altında olması miyokard iskemisi, perikardit gibi durumlarda ortaya çıkar.

T DALGASI: Ventriküllerin repolarizasyonunu (0.10-0.25 sn)

EKG Bize Ne Gösterir?

Kalp hızını

Kalbin elektriksel eksenini

Kalbin ileti sistemini

Kalp bölümlerinin büyüklüğünü

Kalp dokusunun sağlığını gösterir

Örneğin; Kalp dokusunda oluşan skar (iskemik) doku, kalpteki ritm bozuklukları

Kalp Yetmezliği

Vurum hacminin azalması (Kalp debisini etkiler)

KAN DAMARLARI

ARTER VE VEN

ARTER VE ARTERİOLLER

 Arterler

• Adventisya; bağ dokusu

• Media; düz kas

• İntima; endotel ve bağ dokusu

Arterioller

• Kalın düz kas tabakası

• Kan akımına direncin en yüksek olduğu yer.

• Çaplarındaki değişme total periferik direnci değiştirir.

• Vazokonstriksiyon +, Vasodilatasyon -

Kapillerler

 

 

ARTER VE VEN

ARASINDAKİ FARKLILIKLAR

Arterler

Kalpten çıkan damarlardır.

Kanı, kalpten diğer organlara taşır.

Oksijenlenmiş kan taşır.*

Kalın duvarları var.

Valf bulundurmaz.

Venler

Kalbe giriş yapan damarlardır.

Kanı, organlardan kalbe taşır.

Oksijen seviyesi düşük kan.*

İnce duvarlı

Valf bulundurur.

Nabız

Yüzeye yakın arterlerin kemik gibi sert bir yüzeye elle sıkıştırılması ile hissedilen bir basınç dalgasıdır.

Sistol sırasında kanın aorta fırlatılması ile aort duvarı genişler, daha sonra elastik olarak geri çekilir. Bu arada oluşan basınç dalgası, arterlerin duvarları boyunca yayılır ve el ile sıkıştırılma sonucu hissedilir.

Nabız, arterlerin elastikiyetine bağlı olarak değişir.

  Dakikadaki nabız sayısı, normalde ventrikül sistolüne eşittir.

Normal sayısı: 60-90 / dak

60’ın altı - Bradikardi

100’ün üzeri - Taşikardi

Arteriyel Kan Basıncı

 Kan basıncı genel anlamda kanın damar duvarına yapmış olduğu basınç olarak tanımlanmaktadır.

 Arteriyel damar sistemi içinde kalp siklusunun sistol döneminde en yüksek basınç; sistolik basınç,  diyastol döneminde ise en düşük basınç; diyastolik basınç oluşmaktadır.

 Kan basıncının birimi mmHg dır ve normal değerleri sistolik için 120 mmHg,

 Diyastolik için 80 mmHg olarak (120/80) verilmektedir.

 Kan Basıncı = Kardiak output x Periferik direnç

Kan basıncı ölçümüne pdf..

 

HİPERTANSİYON

Sistemik arteryel kan basıncının uzun süreli yüksek olması olarak tanımlanmaktadır.

Arteriyel kan basıncının yaşa göre değişimi dikkate alınarak, hipertansiyon olarak kabul edilecek kan basıncı değerleri de yaşla orantılı olarak değişmektedir.

Gençlerde 140 / 90 mmHg,

Yetişkinlerde 150 /100 mmHg,

50 yaş sonrası 160 /100 mmHg'nın üzerindeki kan basıncı değerleri hipertansiyon olarak kabul edilmektedir.

VENÖZ DOLAŞIM

 

 

 

Kalbe Venöz Dönüşü Etkileyen Faktörler:

1. Santral Venöz Basınç:

• Büyük venlerin sağ atriuma açıldıklarıbölgedeki basınçtır. Ortalama 4.6 mmHg dir.

İnspirasyonda intraplevral basıncın artması santral venöz basıncın azalmasına neden olur.

• Bu nedenle inspirasyonda kalbe venöz dönüş artar.

• Ekspirasyonda intralevral basıncın negatifliğinin azalması santral venöz basıncın artmasına neden olur. Bu durum kalbe venöz dönüşü azaltır.

2.Kalp faaliyeti:

Sağ atrium basıncı normalde 0 mmHg yani atmosfer basıncına eşittir.

Atrium sistolü sırasında sağ atrium basıncının artması kalbe venöz dönüşü engeller.

Kalp siklusu sırasında sağ atrium basıncı azalırsa kalbe venöz dönüş artar. Sağ atrium

basıncı artarsa venöz dönüş azalır. Bu durumlar fizyolojik koşullardır.

Patolojik bir nedenle sol ventrikül basıncı artabilir. Örneğin; miyokard yetmezliğinde

kalbin kasılma kuvveti azalır. Bu durumda kalp yeterince kan pompalayamaz ve buna bağlı

olarak sağ atrium basıncı artar.

3. İskelet Kaslarının Masaj Etkisi:

Özellikle ekstremite venlerinde iskelet kaslarının kasılıp gevşemeleri masaj etkisi yaparak

kanın periferden kalbe doğru ilerlemesini sağlar.

Venlerdeki kapaklar kanın ters yönde akmasını engeller .

VENÖZ POMPA İSKELET KASLARININ MASAJ ETKİSİ

Varikoz venler

Varis, toplardamarların deri altında mavi renkte, genişlemiş ve kıvrımlar yapmış olarak görülmesidir.

Başlangıçta damarların genişlemesi sonucu şişlikler görülse de varis bulgularının artması ile büyük damar paketleri oluşabilir ve hatta damar çatlamaları görülebilir.

Varis ilk yıllarda çoğunlukla görüntü rahatsızlığı verse de daha sonra ağrıya yol açabilir.

Toplardamar (venöz) yetmezlik gelişirse bacaklarda şişme meydana gelir. Varisli

 damarlarda pıhtı oluşursa (tromboflebit) bacaklarda ağrı, şişlik ve kızarıklık oluşur.

Kapiller Dolaşım

Kanla dokular arasında madde alım veriminin yapılmasını sağlar.

Total kan volümünün % 5’i kapillerlerde bulunur.

Madde alış verişi;

• Difüzyon

• Veziküler transport

• Filtrasyon ile olur.

Filtrasyon: Su ve suda eriyen maddelerin, hidrostatik basınç ve osmotik basınç gradyanına bağlı olarak geçişidir.

ÖDEM: İnterstisyel boşlukta sıvı hacminin artmasıdır.

• Nedenleri:

1. Filtrasyonun artması, arteriyollerde

vazodilatasyon, venüllerde vazokonstriksiyon,

artmış venöz basınç ( Kalp yetmezliği, yetersiz

kapaklar, venöz tıkanma yerçekimi etkisi)

2. Plazma kolloid osmatik basıncının azalması.

3. İnterstisyel sıvı osmatik basıncının artması.

4. Kapiller geçirgenliğin artması (histamin).

5. Yetersiz lenfa akımı – lenf damarlarının tıkanması.

 

 

 

Lenfatik Dolaşım

 Kapillerin arteriyel uçlarından filtre olan sıvının venöz uçtan reabsorbe olamayan bölümü, interstiyel boşluktan lenfa dolaşımı ile uzaklaştırılır.

 En önemli fonksiyonu buradan proteinleri uzaklaştırmaktır.

 

Solunum Fizyolojisi

Solunum sistemi kan ile atmosfer havası arasında gaz değişimini oluşturabilecek şekilde özelleşmiş bir sistemdir.

Solunum sisteminin öncelikli gaz değişimi ile hücrelerde metabolizma sonucu oluşan CO2 atmosfer havasına verilirken, atmosfer havasındaki O2 kana alınmaktadır. Bunun yanında solunum sistemi organizmanın pH ve sıcaklığının düzenlenmesi ve birçok düzenlemede de etkilidir.

Solunum Sisteminin Fonksiyonları

Gaz değişimi*

Asit- Baz dengesinin sağlanması

Fonasyon

Savunma mekanizmaları

Biyoaktif maddelerin üretimi, metabolizması, düzenlenmesi.

Solunumun Basamakları

Solunum işlevi 5 aşamada değerlendirilebilir:

1. Pulmoner Ventilasyon: (Havanın akciğer içine ve dışına hareketi).

2. External solunum: Gaz alış verişi (akciğerlerde atmosfer havası ile

kan arasındaki (pulmoner kapiller) O2 ve CO2 ).

3. Kan aracılığı ile gazların taşınması (dolaşım sistemi).

4. Internal solunum: Hücre düzeyinde kan ( sistemik kapiller ) ile

hücreler arasındaki O2 ve CO2 alış verişi.

5. Hücresel Solunum…

VENTİLASYON

İnspirasyon: Soluk alma

• Diyafram: Craniale doğru kubbeli, siniri: N.phrenicus

• Kostaların hareketi: İnterkostal kaslar: Eksterni ve interni

Ekspirasyon: Soluk verme, pasif gelişir.

• Etkili faktörler: AC lerin esnekliği, kostaların etkisi

DIŞ SOLUNUM

Dış solunum, AC alveolleri ile AC dolaşım kanı arasındaki gaz değişimidir. Yani alveol kapillar membranındaki gaz değişimidir.

Oksijen kandan alveollere, CO2 alveollerden kana geçer. Bu proses gazların parsiyel basınçları arasındaki farka, alveol membranlarının bütünlüğü ve AC lerin içindeki ve dışındaki kan akımına bağlıdır.

GAZLARIN TAŞINMASI PDF

İÇ SOLUNUM

• İç solunum kan ile iç ortam arasındaki gaz değişimidir.

• O2 kandan dokulara, CO2 dokulardan kana geçer.

• Bu proses yine dış solunumdaki faktörlere bağlıdır.

Solunum Yolları

Üst Solunum Yolları

• Burun,

• Ağız,

• Farinks (yutak),

• Larinks (gırtlak),

Alt Solunum Yolları

• Trakea (soluk borusu),

• Bronşlar

• Bronşioller

• Alveollerden oluşur               

Üst hava yolları ve Ses telleri

Burun:

• Solunum yolunun başlangıç kısmıdır.

• Burun, alınan havanın nemlendirilmesini, ısıtılmasını ve temizlenmesini sağlar.

Gırtlak (Larinks):

• Soluk borusu, üst kısmında genişleyerek gırtlağı oluşturur.

• Gırtlakta konuşmamızı sağlayan ses telleri bulunur.

Farinks:

• Özafagus ile trakeanın birleştiği yerdir.

• Burundan gelen havayı trakeaya iletir.

• Yutulan lokmaların yemek borusuna geçmesini sağlar.

Alt hava yolları

Anatomik Ölü Boşluk : Hava iletim yollarında gaz değişimine katılmayan hava miktarı yaklaşık 150 ml.

Fizyolojik Ölü Boşluk: İşlevsiz alveollerin hacmi+ anatomik ölü boşluk (değişkendir.)

Alt havayolları

Trakea ve alveol keseleri arasında yaklaşık 23 dallanma vardır.

Alveol kanallarının ucunda 70-300 mikron çapında 300 milyon alveol keseciği (sacculus alveolaris) bulunmaktadır.

Alveol keseleri biribirleriyle Kohn delikleri vasıtasıyla irtibatlıdır.

Trakea: Alt hava yollarının başlangıcıdır. C şekilli kıkırdaklı bir yapısı vardır. yutak ile akciğeri birbirine bağlar. İçindeki titrek tüylerin hareketiyle toz parçalarını tutar ve mukus salgısıyla yutağa getirir.

• Bronşlar: Trakea alt kısmında ikiye ayrılarak sağ ve sol bronşları oluşturur. Bronşlar akciğer içerisinde dallanarak bronşçukları oluşturur. Bronşçuklar baloncuklar şeklinde bulunan alveoller (hava kesesi) ile sonlanır.

• Alveol: Kılcal damarlar ile gaz alış-verişinin yapıldığı yerdir. Alveollere gelen havadaki oksijen kana verilirken, kandaki CO2 alveollere geçer. Plevra

• Plevra, göğüs boşluğunu çevreleyen ve akciğerleri örten iki tabakalı, ince, seröz bir zardır.

• Gelişim sırasında akciğerler bu zarla büsbütün sarılana kadar plevra kesesi içine sokularak büyürler.

• Akciğeri örten plevra tabakasına visseral plevra, göğüs duvarını örtenine ise parietal plevra adı verilir.

• Visseral ve parietal plevra tabakaları arasında kalan aralık plevral boşluk olarak bilinir.

• Bu boşluk, solunum sırasında akciğerlerin hareketlerini nerdeyse hiç sürtünmesiz bir şekilde gerçekleştirmelerine olanak sağlayan, az miktarda seröz bir sıvı içerir.

Pnömotorax*                          

Temel ve yardımcı solunum kasları

SOLUNUM MEKANİĞİ

İNSPİRASYON: Soluk alma

• İnspirasyon kasları kasılır.

• Göğüs boşluğu ve akciğerler genişler.

• Akciğerler atmosfer havası ile dolar.

EKSPİRASYON: Soluk verme

• İnspirasyon sona erdikten sonra kaslar gevşer.

• Göğüs boşluğu ve akciğer daralır.

• Akciğerlerdeki hava dışarı atılır.

Bir gazın basıncı hacmi ile ters orantılı olduğundan göğüs boşluğunun genişlemesinde akciğerlerdeki basınç (intrapulmonal P) azalır, daraldığında ise artar.

İNSPİRASYON MEKANİZMASI

• İnspirasyon aktif bir olaydır.

• Diyafram ve intercostal external kaslar.

• Kaslar kasılınca torasik boşluğun hacmi artar.

• Akciğerlerin volümü artar.

• Intrapulmoner basınç düşer. (758 mm Hg)

• Havaiçeri akar.

• Önce diyafragma kasılır, göğüs kafesinin

boyuna çapı artar.

Diyafram pdf 372

İNSPİRASYON MEKANİZMASI

Sonra intercostales externi kaslarının kasılması ile ğögüs kafesinin önden arkaya çapı artar.

EKSPİRASYON MEKANİZMASI

• Ekspirasyon normal koşullarda pasif bir olaydır.

• İnspirasyon kasları gevşer.

• Torasik boşluğun hacmi azalır.

• Akciğer uyum sağlar.

• İntrapulmoner basınç artar (763 mm Hg)

• Hava dışarı akar.

• Zorlu expirasyon ise aktif.

• İnternal intercostal kaslar.

Peki her nefeste ne kadar hava alıyoruz?

• Akciğer hacim ve kapasiteleri

Akciğer Hacim ve Kapasiteleri

• Soluk frekansı: 12-16 /dk

• Soluk hacmi (TİDAL VOLÜM): 500 ml

• Solunum dakika hacmi: Soluk

hacmi x soluk frekansı.

• Takipne: >20/dk *

• Bradipne:<12/dk

• Öpne: Normal solunum

• Apne: Solunum durması

*bebeklerde ve gençlerde farklı.

Pdf 380

Volüm ve Kapasiteler

İnspirasyon Rezervi ( 2000-2500 ml)

• Normal bir inspirasyonun ardından, en derin bir inspirasyonla alınan hava miktarı

İnspirasyon kapasitesi (2500-3000 ml)

• Sakin soluk hacmi + inspirasyon rezervi

Ekspirasyon kapasitesi (2000- 2500 ml)

• Normal inspirasyonun ardından zorlu

ekspirasyonla akciğerlerden çıkarılan hava hacmi (2000-2500 ml)

Ekspirasyon rezervi (1500- 2000 ml)

• Ekspirasyon kapasitesi – soluk hacmi

Rezidüel Hacim (1500 ml)

• En zoru bir ekspirasyonla akciğerlerden çıkarılabilen tüm

hava dışarıya verildikten sonra, akciğerlerde kalan hava

hacmidir.

• Rezidüel hacim: Kollaps havası (1000 ml)

Minimal hava ( 500 ml).

• Göğüs çeperi iki tarafta birden delinirse (pnömotraks*), akciğerler büzülür ve kollabe olur. Böylece kollaps havası çıkar, geride kalan hava akciğerler sıkılsa dahi çıkmaz. Buna minimum hava denir.

Vital Kapasite (3500-6000 ml)

• En derin bir inspirasyondan sonra zorlu

ekspirasyonla akciğerlerden çıkarılan hava

hacmi.

• Soluk hacmi + inspirasyon rezervi + ekspirasyon

rezervi. Vital kapasite; ayakta artar (yatar

duruma göre).

• Erkekte , kadınlara göre daha fazladır.

• Yaşla azalır.

• Vital kapasite ile boy arasında ilişki var.

• Sporcularda artar.

Alveoler Ventilasyon

• Alveoller ve dış ortam arasında gaz değişimidir.

• Alveoler ventilasyon: dakikada alveollere gelen taze hava volümü.

• Alveoler ventilasyon: dakikada alveolleri terk eden hava volümü.

Alveoler

oksijen ve

karbondioksit

düzeyleri

• Alveoler ventilasyon.

• Oksijen tüketimi (VO2).

• Karbondioksit üretimi (VCO2) ile belirlenir.

• Her nefesle 350 ml taze hava gelir. %21 oksijen içerir.

• %5-6 karbondioksit içeren 350 ml hava ekspiryum ile

atılır.

Sonuçta

• Dakikada 250 ml karbondioksit pulmoner kapillerden

alveollere geçer.

• Dakikada 300 ml oksijen ise alveollerden pulmoner

kapillere geçer.

 

 

ALVEOLLERİN YAPISI VE ALVEOLE-KAPİLLER

ZARDAN GAZLARIN DİFÜZYONU

Solunum Membranı

Akciğerlerimiz gaz değişimi için,

˜300 milyon alveolü ile, 0,2-0,5 μm kalınlığında, 70-80 m2 lik (vücut yüzeyinin 40-50 katı veya bir tenis kortu genişliğinde) bir diffüzyon alanı oluşturmaktadırlar.

Surfaktan

• Tip II Alveolar hücrelerde sentezlenir ve sitoplazmada cisimciklerde depolanır ve ekzositozla salınır.

• Bileşimi: %85-95 lipid, %10-15 protein

Surfaktanın Etkileri:

• Yüzey gerilimini azaltarak nefes alma işini azaltır.

• Yapışmaya karşı özellikleri ile soluk vermede alveolün kapanmasını ve yapışmasını önler.

• Düşük yüzey geriliminde sönmeye eğilimli olan alveolü dengeler.

• Yüzey gerilimi alveolü küçültmeye çalışır ve alveol içinde bir basınç yaratır. Basınç kürenin çapı ile ters orantılıdır. Küçük alveollerde yüzey gerilimi büyük alveollere göre daha fazladır.

Respiratory Distress Syndrome;

{  Sürfüktan eksikliği,

{  Aşırı alveol yüzey gerilimi,

{  Akciğerlerin sönmesi veya şişmemesi,

{  Yenidoğan(özellikle premature) bebeklerde ölüm..

Solunum Biyofiziği

Gaz alım-veriminin temeli, gaz basıncı ve gaz yayılmasıdır.

Sürekli hareket halinde bulunan gaz molekülleri, bulundukları boşluğun her yerine sayıları eşit oluncaya kadar yayılır ve yayılma hareketi esnasında, gerek birbirlerine gerekse boşluğun çeperine çarparlar.

Bu çarpma gaz basıncını meydana getirir. Genelde mmHg ile ifade edilir.

Bir boşlukta bulunan gaz molekülü sayısı ne kadar fazla ise ve hareketleri ne kadar hızlı ise, basınç o kadar fazladır.

Parsiyel Basınç: Gaz basıncı, moleküllerin çarpışması ile meydana geldiğinen dolayı, her gaza ait bir basınç vardır. Bir gaz karışımındaki gazların parsiyel basıçlarının toplamı total basınca eşit olur. Örneğin atmosfer havasının yaklaşık % 21’i O2, %79’u N dan oluşur. Total basınç ortalama 760 mmHg olduğuna göre, oksijen parsiyel basıncı (PO2) 760 x 21/100 = 159 mmHg.

Eğer herhangi iki yer arasındaki basınç farklı ise gazlar potansiyel farkına göre hareket eder ve yüksek basınçtan alçak basınca doğru akarlar. Her bir gaz kendi parsiyel basıncının potansiyel farkına göre hareket eder: gaz yayılması yada gaz difüzyonu.

Örneğin; Gerek akciğerlerde gerekse hücre düzeyinde gaz alışverişi difüzyon ile olmaktadır.

OKSİJEN VE KARBONDİOKSİTİN KANDA TAŞINMASI

Kanda Oksijen Taşınması

• Kanda oksijenin % 97 si eritrositler içinde hemoglobine bağlı olarak taşınır.

• Geri kalan % 3 ise plazmada fiziksel olarak çözünmüş halde taşınmaktadır.

• 100 ml arter kanında yaklaşık 20.3 ml O2 taşınır.

OKSİJEN VE KARBONDİOKSİTİN

KANDA TAŞINMASI

Karbondioksit taşınması dört şekilde gerçekleşir.

• Plazmada HCO3 iyonu şeklinde taşınması (%70).

• Karbondioksitin bir kısmının doğrudan hemoglobin molekülüne bağlanarak taşınması.

• Plazmada fiziksel olarak çözünmüş halde taşınması.

• Bir miktar karbondioksitin plazma proteinleri ile karbamino bileşikleri oluşturarak taşınması.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Arkadaş

 Bazı insanlar hayatımıza öyle bir anda girer ki, ne olduğunu anlamadan bir parçamız olurlar. Hiç planlamazsınız, düşünmezsiniz, ama o tanışma anı sizi bir ömür bağlar. Belki de hayatın en güzel yanı budur: En kıymetlileriniz, hiç beklemediğiniz anda gelir. Benim için de öyle oldu. Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az, ama bir o kadar derin bağlarla bağlı olduğum insanlar var. Nerede, nasıl tanıştığımızı çoğu zaman hatırlamıyorum bile. Ama onların varlığı her şeyi farklı kılıyor. Bazen kavgalarımız olur, birbirimize kızarız. Hatta darılır, uzun süre konuşmayız. Ama bilirim ki, en zor anımda yanımda olacaklar. Çünkü bizim aramızdaki bağ öyle kolay kolay kopmaz. Biz sadece arkadaş değiliz, bir nevi birbirimizin aynasıyız. Hani derler ya, “Yan yana olmasak bile halimizi biliriz” diye, işte bu tam da bizi anlatıyor. Hepimizin duyguları ortak. Biri üzülse, hepimiz üzülürüz. Birimiz öfkelense, birlikte öfkeleniriz. Ama günün sonunda her şey geçer, yine aynı noktada buluşuruz. Arkada...

Preanalitik NOTLARI

  EFLM WG-PRE ( 2013) verilerine göre, 28 Avrupa ülkesinden 7'sinin venöz kan alma işlemi için ulusal protokolleri -rehber, kılavuz- bulunmaktadır. Preanalitik  evre; analiz öncesi aşama olup hastaya uygun testin istenmesi, örneğin alınması, transportu ve analiz için hazırlanmasını içeren süreçtir. Preanalitik evre neden önemlidir? Büyük ölçüde manuel, Görev alan kişiler ve kullanılan    malzeme açısından çok değişkenlik İiçermesi, Kompleks Sıklıkla laboratuvarın kontrolü dışında olmasıdır. Neden olduğu diagnostik hatalar nedeni ile önemlidir Örnek seçiminden, örnek alınmasına-saklanmasına, laboratuvara kabul sonrası analize ve sonunda doğru güvenilir sonuca varabilmek için Preanalitik evrenin tüm aşamalarının iyi yönetilmesi gerekmektedir. Diagnostik hata nın   önlenebilir olması bakımından önemlidir. Aksi halde sonuçlar ağır olabilir. ·          Gecikmeli tanı , tanının daha önce yapılması gereken ...

Be Smart

 Sanırım artık gerçek bir ilişkinin içinde olmayı hayal bile edemiyorum. Insanlari gördüm, yaşadım ve bitti. Ama her şey bitti. Kendim gibi dürüst zannettim herkesi. Herkesi dürüst zannettim.  Biriyle konuşursunuz ilk başta memnun olursunuz lakin bende önemli olan birini tanırken dürüstlüğü ile tanımak. Yalansız bir hayat istiyorum. Yalan söyleyince ne elde ediyorsunuz ? Gün yüzüne çıkmayacak mı bunlar? Gerçekten söylediğiniz inanan var mı zannediyorsunuz? Maalesef, o devir tam tamına 1.5 yıl önce kapandı. Her şeyi yeniden kurmuşken mahvetmemi benden bekleyemezsiniz. Bana hep "akıllı ol" diye diye daha doğrusu kafama vura vura çok öğrettiler. Size de ben göstermiş olabilirim. "Akıllı ol" cümlesi bir o kadar ağır olsa da bir o kadar da mantıklı aslında.. kendinizi düşün, gerekli yerler "Ben" demeyi öğrenin. Çünkü bu dünyada sizden değerli bir şey yok ve kendinize gelecek en iyisi sizsiniz. Seni senden başka tanıyan olamaz. Sen kendini ne kadar tanıtmak iste...